Bantmag

THE DARK KNIGHT RISES

-Dikkat, bu yazı filmdeki sürpriz gelişmeleri açık edebilir-

The Dark Knight Rises'ın kahramanı Batman, tüm oyuncaklı makineleri arasında, kostümü içinde yer alan ve ortamdaki elektriği kesen cihazı bir başka seviyor. Filmde, kostümü içinde göründüğü ilk sahneden önce varlığını, ortamdaki ışığı yok ederek belli ediyor. Bane'le ilk büyük kapışmasında, tonla dayak yerken bile kanalizasyondaki ışığı kesmenin derdinde. Yarasa adamımız karanlığı kendine pek yakın hissediyor. Karanlıkta daha iyi görüyor, görünüyor.

 

Christopher Nolan, üç filmdir sinema salonlarını eğlenceli ve aksiyonu bol çizgi roman uyarlamaları izlemek için dolduran milyonlarca kişiye bu karanlık fetişini satıyor. Maskeli ve pelerinli, varlıklı ama acılı kahramanını olabildiğince gerçeğe, karanlığın içine hapsediyor. Bir şekilde bunun havalı bir şey olduğuna inanmış ve milyonları da inandırmış durumda. Gerçekçi bir süper kahraman filmi yapmayı kafaya takmış. Her şey o kadar gerçek ve sahici görünmeli ki, acıyı ve karanlığı da o kadar anlayabilelim. Gerçek, gerçek, daha gerçek, daha da inandırıcılık, her şey gerçek...

 

Nolan'ın Batman serisini sevip sevmemek, biraz bu öneriyi satın alıp almayacağınıza bağlı. Neredeyse, tehlike ânında kısa sürede beliren Batman'in maskesinin altındaki siyah göz makyajının bile ne ara yapıldığını küçük bir sahneyle açıklayacak kadar gerçekçilik meraklısı Christopher Nolan, “bir çizgi kahraman hikâyesi ne kadar ciddîye alınabilir”i göstermeye çalışıyor âdeta. Bu durum da ister istemez The Dark Knight'ın senaryo kurgusunda başlayan ve bu filmin neredeyse tamamına yayılan bir tutarsızlık sorununa dönüşüyor. Nolan'ın karanlık fetişini koşulsuz şartsız satın alıp iki buçuk saat boyunca şalteri kapayanlar, akşam vakti lunapark hissiyatlı bir tecrübe yaşayıp, bundan çok etkilenerek imdb'ye koşup 9 ve 10 puanları gelişigüzel basarken, bir grup izleyici de tutarsız bir seyir enkazının altından sağ salim kurtulmayı başarıp üstündeki tozları temizliyor.

 

Nolan'ın istediği zaman aşırı gerçekçi ve “her şeyin cevabını vereceğim”ci filmi, istemediğinde ise “Amaaan, bu da bir çizgi roman uyarlaması en nihayetinde, çok da didklemeyin” kıvamında seyrettiğinden, içinizdeki kandırılmışlık hissiyle terk ediveriyorsunuz salonu. Christopher Nolan, finaldeki Yeşilçamvarî kırılmaya kadar önümüze sürdüğü kötü adam hakkında şunları söylüyor örneğin: “Kötü, çok kötü... Aslında iyi bir insandı ama sonra başına bir şey geldi, dur dur onu sonra anlatırım, şimdi sen Bane'in maskesine baksana, ne kadar havalı değil mi, o maskenin özellikleri şunlar bunlar ama o maskeyi neden takmak zorunda kaldığı önemli değil ya, sonra anlatırım, bak bak Batman'i nasıl da dövüyor... Neden mi bu kadar güçlü, sonra anlatırım, çok önemli değil.” Elimizdeki, kim olduğu anlatılmaya değer bulunmamış, geçmişi ve motivasyonu belirsiz bu içi bomboş kötü adamın şehri manipüle ederek yarattığı kaos ortamından etkilenmemiz gerekiyor tüm bunların üstüne...

 

Bu baskı bir yerden tanıdık geliyor değil mi? Çünkü ikinci filmin sarkastik kötüsü Joker'in tıpkısının aynısı terör eyleminden de aşırı ekilenmek için benzer bir baskı vardı üzerimizde. Yine bir karakter derinliğine sahip olamamış ve yalnızca güçlü, zeki, komik, deli gibi özelliklerle nitelenmiş bir tiplemeydi önceki filmin kötüsü Joker de. Ama onu havalı bulmak için elimizdeki tonla neden, bunları unutmak için de yeterliydi.

 

Nolan'ın karakterlerinin neden o kostümleri giydikleri ya da neden iyi ya da kötü biri olma motivasyonu taşıdıklarına dair bir cümle kurmak gibi bir derdi de yok. Batman ve Kedi Kadın filan işte, zaten herkes karakterlere vakıf. Hepsi siyah tonlarında giyinmiş, güzel. Havalı görünüyorlar, yeterli. Hikâye mi? Hmmm, lisede sosyoloji dersi almıştım, oradaki anarşizmin tanımı ve millî güvenlik dersindeki devlet kavramının kısa özetiyle idare ederim. Yalnız arkadaşlar, ışıkları biraz karartalım...

 

Nolan, süper kahraman filmlerinin seksî yancıları olan kadınları da ihmal etmiyor The Dark Knight Rises'da. Bu filmde de kadın karakterlerin üzerinden verilebilecek çok ulvî mesajlar var. Daha önce Inception'da filmin kırılma noktasına hizmet etmek için varlık gösteren Marion Cotillard, konumunu bu filmde de değiştirmeyerek, Nolan filmlerinin anahtarı olma görevini başarıyla yerine getiriyor. Finale kadar romantik Gülşen Bubikoğlu karakteri, finalde intikam yemini etmiş Fatma Girik çıkan Tate, melek yüzlü bir şeytan... Diğer yanda özgüvensiz hırsız Selina, namı diğer Kedi Kadın var. Onun da bu filmdeki görevi... Hmmm düşünüyoruz... Neyse çok önemli değil, sonuçta lateks kostümü çok havalı. Bu iki kadın karakter üzerinden kurulan çok orijinal ve harika cümle de şu: “Kadınlar çok güzel ama tehlikeli varlıklardır. Onlara asla güvenme...” Alkış! Kadınları süper kahraman filmlerinin romantik yancıları olmaktan çıkardığın için teşekkürler Nolan.

 

200 milyon dolar bütçe ve yaklaşık bir milyar seyirci sizin olsa nasıl çekerdiniz bilemiyorum ama Christopher Nolan, seyircisini bir an olsun temposu düşmeyen bir kurgu ve nefes kesen bir rejiyle büyüleyici bir Batman macerasına davet ediyor. Arada “Wall Street'i kuşatmayın, yaşatın... Direnenin bacaklarını kırarım” demiş, ikiyüzlü polisi, sahtekâr politikacıları halkın menfaati için tabiî ki aklamış çok mu, sonuçta ne kadar eğlendik. Oh, paramızın karşılığını aldık. Açın imdb'yi basıcam on üzerinden dokuz buçuğu! M.A.

 

 

BEING FLYNN

Yazar olmaya çalışan babasının hikâyesini yazmaya çalışarak yazar olmaya çalışan bir gencin hikâyesini yazmaya çalışacağım size ve böylece bu baba oğulla aramda kendimce bir kan bağı kurduğumu itiraf edeceğim. Tuvalet ihtiyacını umumî wc’lerde, banyo ihtiyacını halka açık spor komplekslerinde gideren, güzellik uykusunu ise mazgalların üzerinde çeken, yazamayan bu yazarın öyküsünde, yardımcı erkek oyuncu olarak karşımıza çıkan yeni yetme yazar müsveddesi oğlu ise “Ben babam mıyım yoksa babam ben mi?” sorusunun cevabını ararken çıktığı yolda bir anda en çok satan yazarlar listesine girince hikâyenin odak noktası hâline nasıl gelmesin ki? Jonathan Flynn (Robert De Niro) üretmek için sebep arama yolunda, yoksullar merkezinden şantiyelere savrulup, kendisine kahve ısmarlayan garson hakkında dahi şiir yazacak kıvamda iken, oğlu Nick Flynn’in (Paul Dano) tek ilham kaynağı oluveriyor farkında olmadan. Birbirlerine ne babalık ne oğulluk yapmış olmalarına rağmen, el ele tutuşu veriyorlar bir noktada ve el eleyken dahi ayrı ayrı yürüyebiliyorlar. Badly Drawn Boy’un muazzam orkestra şefliğinde, Robert De Niro’nun Flynn olma hâli kitap olsa okunur, film olsa izlenir tamam ama söyleyin bana, yarım akılı bir yazarın eseri sizce best-seller olur mu? H.Ö.

 

 

ELENA

Öncelikle, olur da mısır alırken, kola içerken, ya da metrobüslerde can verirken geç kalıp filmi kaçırırsanız üzülmeyin, çünkü film aslında 30’uncu dakikadan sonra başlıyor. Görevli arkadaşa rica edin, gerekirse bu yazıyı gösterin, ismimi verin, girin içeri ve izlemeye başlayın. Bir kadın göreceksiniz, Elena, sürekli orayı burayı toplayıp iş yapan, bir de adam, Volodya, kadının bir sürü işi bir başına yapmasına sebep kocası. Elena’nın film boyunca evden çıkmayacağını sandığımız kocası Volodya evden çıkasıya, neyse ki anlıyoruz, bu filmde bir şeyler olacak. Para için yapmayacağı şey olmayan bir adamın para yüzünden neler kaybedebileceğini görüyoruz. Elena’yla yatıyor Elena’yla kalkıyor, prensipli kocasına, işe yaramaz oğluna onun gözüyle bakıyoruz. Ya da yönetmenin gözüyle mi demeliyim? Çünkü bir ağaç dalı bu kadar doğru çerçevelenmez, bir bebek bu kadar sembolik filme alınmaz ve bir müzik (Philip Glass) bu kadar doğru kullanılamazdı herhâlde. Cannes’ın Belirli Bir Bakış ödülünün de dayandığı bir sebep olmalı tabiî. Film boyunca, Elena kocasından para koparıp oğlunun durumunu kurtarmaya çalışırken, biz de onun peşinde kibar bir “film noir”ın içinde geziniyoruz, gri duvarlar, geniş açılar, sessiz hareketler. Adamı rahat bırak be kadın deyip, çek yazasımız geliyor oğluna. Bir kere ben olsam bu filmin adını Elena: Melek mi Şeytan mı? koyardım, görün o zaman reyting rekorlarını. H.Ö.

 

 

EVA

Danimarkalıların yastık altından çalınarak kotarılmış bir senaryo gibi duran ama safkan İspanyol bir hikâyenin üzerine kurulmuş, o anki ihtiyacınıza göre karşınızdakinin duygusal seviyesini 6–8 gibi komutlar vererek belirleyebildiğiniz (buna göre ya kucaklanıyor ya da umursanmıyorsunuz), kedinizi pas önleyici spreyle şımarttığınız, erkeklerin kızları şekerle kandırıp (hayır öyle değil), robota dönüştürmeye çalıştığı bir dünyadan bahsediyoruz. Yapacağınız en büyük tercihin, sıkıcı insanlar için eğlenceli robotlar üretmek mi, yoksa eğlenceli insanlar için sıkıcı robotlar üretmek mi olduğu, evinizde hizmetçi yerine Pertev gibi robotların dolaştığı bir dünya. Bu dünyada bir robot yapanlar, bir de robot olmaya mahkûm olanlar var. Peki, bu ikisi hiç bir noktada birleşir de başkahramanımızın hayali, “özgür robot” hâline gelir mi? İşte kendisi bunu deniyor; sevdiği kadın, sevdiği kadını kaptırdığı abisi, bir de onların küçük kızının hayatlarına bu hayalle dalıveriyor ve haliyle, robot için bir adet modele, robotun özgür olması içinse bir adet duygusal zekâya ihtiyaç duyuyor. Yani ilk tanışmalarında kendisini çocukları izleyen bir sapık olmakla suçlayan, harika çocuk Eva’ya. Asıl harika olan Eva mı, bizim robot mühendisi mi bilinmez de, siz siz olun daha izlemeden hemen Steven Spielberg’ün kulaklarını çınlatmayın. A.I. değil, basbayağı Eva bu işte. Hem “özgür robot” da neyin nesiymiş?

H.Ö.

 

[REC] 3: GENESIS

-Dikkat, bu yazı filmdeki sürpriz gelişmeleri açık edebilir-

Muhtemelen bu yaz birden fazla nikâha katılmış ya da katılacaksınızdır. Ama muhtemelen ortada oyuncak bebek gibi dolanan beyaz elbiseli kadınla, yüzünde gerilimli bir gülümseme taşıyan smokinli adamın bu bir günlük “kendini prens ve prenses sanma” eğilimi, hiç bu filmde olduğu kadar çığrından çıkmamıştır... İspanyol korku serisi [Rec]'in “found footage” (buluntu görüntü) tekniğiyle çekilen ilk iki filminden biraz daha ayrıksı duran üçüncü film Genesis, birbirine çok âşık çiftimizin en mutlu günüyle açılıyor. 15’inci dakikada düğündeki bir akrabanın, kaptığı virüsün etkisiyle zombiye dönüşmesiyle de iş çirkinleşmeye başlıyor. Zombiler çeteleşince yeni çağa uygun, yüksek çözünürlüklü el kamerası bir kenara bırakılıyor ve ana akım bir rejiyle bir saat boyunca yer yer komik, yer yer acıklı ve epey kanlı bir maceraya koyuluveriyoruz. Hikâyesinin çıkış noktası itibariyle Murat Emir Eren ve Talip Ertürk ikilisinin Ada: Zombilerin Düğünü filmini hatırlatan [Rec] 3: Genesis, ne bu film kadar eğlenceli, ne de önceki [Rec]'ler kadar ürkütücü olabilmeyi başarıyor ancak iki kişinin mutluluğunun, herkes tarafından onaylanması ve alkışlanması için tertiplenen evlilik merasimleri ve o merasimlerin kahramanları hakkında cesur cümleler kurduğu bir gerçek. Özellikle filmde bir anda kahraman bir dönem şövalyesi kılığında beliren damat ve eteğini yırtıp eline testeresini alarak en mutlu gününü mahveden zombilere kafa göz dalan gelin karakteri, finalde gösterişçi âşıklar olmalarının bedelini ağır ödüyor... Özetle, iki düğün arasında bu filmin oynadığı salonu ziyaret edip biraz güç toplamanın, her düğün davetlisinin hakkı olduğunu düşünüyoruz. M.A.