Bantmag

“paranoyak, görünenin arkasındaki hakikatin birazının farkında olandır, deli (veya ruh hastası veya sayko) ise olan biteni çakmış kişidir.” W. S. Burroughs

 

*bu yazıda cümle başlarında büyük harf kullanılmaması bir tercihtir.

*bu yazıda “ibne” kelimesi queer, lgbt ve tanımı itibariyle heteronormatif düşmeyen her türlü çeşide/duruşa bir anlam kazandırmak için kullanılmıştır. yerine başka bir şey konabilir, kendini imha edebilir.

*ibne anaları-babaları: listag - lgbtt aileleri istanbul grubu

*ürkiye: türkiye 

 

bu noktaya hemen gelmedik. henüz yüzmüş ve kuyruğuna gelmiş de sayılmayız. bu sene yirminci kez düzenlenen “ibne onur haftası” ve onuncu kez düzenlenen “istanbul ibne onur yürüyüşü” bir miyadın tezahürü, bir topluluğun serzenişi ama özellikle de ürkiye’nin  son zamanlarda gördüğü en mühim şeylerinden biriydi. sayılarla aram pek iyi değildir. o yüzden aşağı yukarı sayıları zikretmektense ürkiye’de yaşayan herkesin tahayyül edebileceği bir kuş bakışı tahmin söyleyeceğim: yürüyen kişilerin toplamı bir istiklal caddesi kadardı. gün, o gün olmadan tam bir hafta evvel sevgili onur haftası başladı, çeşitli etkinlikleri gerçekleşti. nadide istanbul’un dozerler ilçesi beyoğlu’nda kafa açıcı tartışmalara şahit olduk, sokaklarında cümbür cemaat eğlendik. her gece bir başka şiddet olayı, küçük çaplı sataşma, saç çekme, sürtünme, dans ederek taciz, bar önü kavgası, o benim onu bırak çığlığı atıldı, dostluklar pekişti, söylemler tazelendi. tüm bir hafta boyunca dans ederken aslında tehlike de bizleydi. kâh motorlu genç erkeklerin; güya üstlerine yakışmadığını söyledikleri erkekliklerine dellendikleri lezbiyenlere bir boy gösterisi gibi gerçekleştirdikleri motor şovları, kâh fazla elektrik faturası ödememek adına cehennem sıcağında klimalarını kapalı tutarak, içindeki hemcins zebanileri kapı önü flörtleşmelerine ötelemiş mekân sahipleri, kâh sebepsiz yere konuşlandığımız yerlerde bizden olmadığına emin olduğumuz kişilerin biber gazı sıkması, şikâyetçi olmak için gidilen karakollar... hoş anlardan aklımda kalan biri de kafada kırılan plastik tabanca öyküsüydü. olayın içinde olmama rağmen nasıl geliştiğini ben de hatırlamıyorum(!) lâkin sonu cumhuriyet caddesi’nde epey epik bitti, detay veremeyeceğim. sanırım onu anlatmaya sansür izin vermiyor.

 

tüm bunların arasından geçerek en sonunda yürüyüşe geldik. kalabalık olacaktı, davet videoları her yerde dönmüş, meşhurlar “korkmayın, gelin” (davet videosuna bakınız) demiş, ibne anaları-babaları (listag - LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) bile davaya el atıp “biz yürüyoruz, siz nerdesiniz?” diye sormuşlardı. dev kortej ve birbirine sığamayan eş-dost, akran, eski yavuklu, yeni arkadaş, yoldaş, et yiyen-yemeyen, tanıdık ve tanımadık akaduralım; arkadan “trans blok” homofobik mango’ya ve boş yere yanındaki binalardan yarım metre öne dikilen demirören’e had bildiriyorlardı. sadece yedi yıl önce bir avuç insan iken bir saat bile sürmeyen “susma haykır, eşcinseller vardır” temalı onur yürüyüşünün yıllar içinde herkes için hatırı sayılır bir yaşam hakkı gösterisine dönüşmesi elbette muhteşemdi. büyük ölçekte önemli bir toplumsal hareket olduğunu ortaya koyması, taksim 1 mayıs etkinliklerinden sonra en kalabalık yürüyüşlerden biri hâline gelmesi bu zamandan sonra mühim gelişmelerin kaydedileceği ve bundan böyle mağduriyet politikalarının talepkâr bir düzleme taşınacağının sinyalini verdi.

 

tüm bunların ışığında londra’da 1972‘den beri her yıl gerçekleştirilen onur haftasının ve yürüyüşlerinin kırkıncı yılı "Dünya Onur Haftası Etkinlikleri" adı altında düzenleniyorken, belediye haftanın düzenleyicisi komiteyle ortak çalışıyor, gırla para büyük şirketlerin sponsorluğunda etkinliklere akıyorken, londra’nın dalston semtindeki arcola tiyatrosu üç hafta süreyle performanslarını gerçekleştirmek için gelen mühim bir konuğu ağırlıyordu. ‘Penny Arcade’ isimli italyan asıllı amerikalı çılgın, beklenmedik bir arsızlıkta lgbt hareketinin varlığıyla geçen kırk küsur yıla kendi penceresinden ağır eleştiriler yağdırıyordu. 

 

1950 yılında new york’ta doğmuş, yetmişlerin başında Warhol süperstarlarından Jackie Curtis’in oyununda sahneye çıkmış, Candy Darling ve Holly Woodlawn’ın da başrollerinde olduğu Women in Revolt - Kadınlar İsyanda’nın (Andy Warhol-1971) kastında yer almış, avangart performanslarıyla tanınan bir performans sanatçısı ve oyun yazarı olan Penny, nam-ı diğer Susana Vertura, 1985‘ten beri kendi monologlarını sahneliyor. 1990‘larda bir çok ülkeyi popüler şovu Bitch!Dyke!Faghag!Whore! (Kaltak!Sevici!İbneDüşkünüKarı!Orospu!) ile dolaşan Penny; dünyanın her yerinde ticarîleşmeye, ana akımlaşmaya ve kapitalizme kucak açan;  nesnesi hâline geldiği pembe ekonomiyle insan hakkı temelli duruşundan epey sapan eşcinsel onur yürüyüşleri ve etkinliklerine karşı çıkan; 1998‘den itibaren her yıl düzenlenen radikal ibne/kuir hareket “gay shame - gey utancı” etkinliklerinde yer almış ve yazdığı monologlarda sansür ve tektipleşme karşıtı söylemlerine sistem karşıtı eleştirilerini de eklemekten geri kalmamış cüretkâr bir kadın. new york’ta sahnelendiği ilk yıldan tam yirmi yıl sonra Londra’da, bir de dünya onur haftası etkinlikleri bir “eşcinsel utancına” dönüşmüşken; Bitch!Dyke!Faghag!Whore!-Kaltak!Sevici!İbneDüşkünüKarı!Orospu!’da bakalım Penny nelere dikkat çekiyor:

 

penny: "babam açıldı ve erkek arkadaşıyla beraber yaşamak üzere annemi terk etti. bir haftasonu onlara kalmaya gittiğimde beni operaya götürdüler. bu benim için köklü değişikliklere sebep oldu. bir eşcinsel baba tarafından büyütüldüm derken aslında şunu söylemek istiyorum. beni drag queenler emzirdi, lezbiyenler uyuttu. bugün her ne isem işte bu gey adamlar sayesinde oldu. şu an üzerime giydiğim bu elbise beni büyüten gey adamın çok hoşuna gidecek bir elbise. ben ki insanın kilosuna, aksesuarına, saçına, başına dikkat etmeyi gerektiren bunun gibi elbiseleri giyinmekten nefret ederim, her genç kadın gibi babama karşı isyan başlattım. Judy Garland ve Barbara Straisand’la arama bir çizgi çektim. gökkuşağında bir yer düşlemeyi bir kenara bıraktım, üstelik bence Garland bir diva olmayı asla hak etmiyor. bence asıl diva Mick Jagger olabilir. yine de şu an üzerimdeki bu elbiseyi beni yetiştiren eşcinsel adama ithafen giyiyorum. o adama elbette çok şey borçluyum. o, beni çok sevdi. her gece beraber dışarı çıktık, sabahlara kadar dans ettik, beraber sevişecek erkek aradık. şafak söktüğünde ve eve elimiz boş geldiğimizde beraber yatıp uyuduk..."

stonewall isyanı tek bir gecede olup bitmedi. 60‘lar başta Amerikalı siyahîlerin özgürlük mücadelesine sahne olurken new york’un village semti evsiz ibnelere, fahişelere, rentboylara, sokak travestilerine, siyahî translara ev sahipliği yapıyordu. bar ibne mekânı olarak anılmaya başladığı andan itibaren polisin her gece uyguladığı baskılarla acıklı olaylar atlatıyordu. 28 haziran 1969 günü polis stonewall’a düzenlediği baskında kontrolünü bu kez çabuk kaybetti. nitekim uyguladığı şiddet ayaklanmayı tetiklemişti. barın önüne destekçi birçok insan geldi ve village semti ibneler, destekçileri ve polisler arasında tarihî bir mücadeleye tanık oldu. ertesi gün şehrin her yerinden insanlar barın önündeki protesto eylemine katıldılar. 1969‘dan 70’e örgütlü mücadelenin ilk adımları atıldı, New York’ta ve Los Angeles’ta protestolara dikkat çekmek adına olayların gerçekleştiği günün sene devriyesinde büyük yürüyüşler düzenlendi. 

 

penny: "aradan birkaç sene geçti. 1973-74 yıllarında tarihte hiç olmadığı kadar çok eşcinsel erkek açıldı. ama bu erkeklerin çoğu daha önce heterolardı, oldukları gibi davranmayı tercih etmemişlerdi, dans etmeyi sevmiyorlardı, müzikten haz etmiyorlar, sanatı sevmiyorlar, politikaya kulak kesmiyorlar, drag queenleri sapık buluyorlar ve kadınsı erkeklerden nefret ediyorlardı. hayatta istedikleri tek şey parklara gidip düzüşmekti, aynı gizlenirken taklit ettikleri heteroseksüel erkekler gibi..."

 

ürkiye’de de hiç farklı değil. amerika’nın kenarından avrupa’ya, avrupa’dan buralara sıçramış hâlihazırda zaten yeşermiş olan buradaki erkeklikle harmanlanmış stereotip eşcinsel erkekliği, kadın ve kadına dair kabul edilen her şeyi bir kenara itip tabiri caizse zırıllığa karşı isyan başlatmış ve son zamanlarda illa ki kendine normal algısı kazandırmaya çalışan pratikler zinciri hâline gelmiş, kısacası bir kazaya dönmüş vaziyette. henüz ürkiye’de ana akım medyanın ürünlerine tam anlamıyla sıçrayamamış olsa da, amerikan dizileri ve filmleri olağan amerikan rüyasının zararsız eşcinsel çiftlerine, pusetlerde araba gezdiren babalara, tatlı kızlarla ev arkadaşlığı yapan işinde gücünde eşcinsel karakterlerine tanık olurken; bizler, eşcinsel profil sitelerinde boy boy "adam gibi adam arıyorum", "kadınsılar ve hastalar uzak dursun", "ablalar, teyzeler bana yazmasın" gibi başlıklara şahit oluyoruz. zaten durmaksızın palazlanan türk erkekliğinin resmedildiği yayınlar bir yana bir de gittiğimiz barlarda kas geliştiren, sağlıktan ziyade görünüşten oluşan birbirinin benzeri erkekler azımsanmayacak şekilde hayatımızın bir gerçeği olmaya başladı. aykırı durmanın veyahut anormal olmanın kötü bir şey olmadığını unuttular veya hiç fark etmediler. 

 

istanbul’un 70‘lerde görece refah bir ibne hayatı olduğuna dair tanıklıklar var. genelevlere polis ve devlet tarafından fazla dokunulmadığı, çevre ülkelerden birçok trans kadının çalışmaya geldiği, beyoğlu’nda görece rahat bir yaşamın hüküm sürdüğünü istanbullu trans kadınlar aktarırlar. ama gün oluyor, 80 darbesi çatıyor, takiben kadınsı erkekler, travestiler, trans kadınlar haftalarca istanbul emniyet müdürlüğü’nde tutuklu kalıyor. 90‘larda örgütlü mücadeleler baltalanıyor, iş olanakları yok ediliyor. derken 96’da Ülker Sokak olayı yaşanıyor, insanlar evlerinden oluyor. 2000‘ler ürkiyesi gazeteleri sürgün, mahalleden edilme, yürürken-yol kenarında dururken kesilen para cezaları, cinayet, tartaklanma, hastanelik edilme olaylarıyla dolu. ama tam da gey kelimesi tüm gazetelere çıkabilmiş, son zamanların tartışılan konusu hâline yeniden gelmiş, yazınla, dille aleni olmaktan çıkarılıp normalleştirilmeye çalışılırken ve dünyanın başına sarılan eşcinsel evlilikleri mücadeleleri(!) heteronormatif ahlak anlayışını berkemal kılarken yıllardır bizim için ters akan derenin suyunun düz aktığına tanık oluyoruz. bu hiç de iyiye alâmet değil.

 

istanbul onur yürüyüşünden sonra yürüyüşe davet çağrısının yapıldığı facebook grubunda tam da bahsettiğim bu eksende derin tartışmalar yaşandı. üstüne tülden bir bluz giymiş trans bir kadının göğüslerinin gözükmesinden yakınanlar, elinde birayla yürüyenleri lümpen bulanlar, kürt hareketinden destekçilerin katılmasına deliren ulusalcılar, bazıları orasını burasını açtı diye çıplaklığa ve cüretkârlığa karşı ahlak kılıcı çıkaranlar, geçmiş ürkiye’nin marksist ve/veya genel sol örgütlenmelerinin muhafazakâr politika anlayışından gelen “hak savunuculuğunun ahlaklı bir duruş olması” gerekliliğine inananlar ve kendini “bu zırıllara” kıyasla daha normal bulup bir daha yürüyüşe (eğer bu eksende katılım devam edecek ve yürüyüş düzenleyicileri buna bir çözüm üretmeyecekse) gelmemeyi düşünenler davet sayfasına içlerini döktüler. karşılığında anormal olmayı, olduğu gibi olmayı, arsızlığı ve orospuluğu yücelten birçok metiyyeler düzüldü. aslında ilk kez beş bin kişiyi aşkın insanın önünde böyle bir tartışma yaşandı. biz, ürkiyeli ibneler muhafazakarlığın içimize işlemiş tezahürlerine şahit olduk. hâlbuki bu ülkede onur yürüyüşlerinin namussuzluk, arsızlık, delilik, yoldan çıkmışlığın gündüz sesi olduğunu düşünüyorum. ahlak bekçiliği yapan, arka bahçe diye beğenmediklerine sıfat takan, aileyi yücelten devlete azımsanmayacak sayıda insanın katılımıyla bu işin böyle gitmediğinin gösterildiğini; istanbul şehrinin içinde, istiklal caddesi’nin hak talep etmek adına yıllar içinde kazanılmış alanlardan biri olduğunu düşünüyorum. dolayısıyla yürüyüşteki her duruş politiktir; bir defa yürümek politiktir. cinselliğin ve özel alanın politikleştirilmesi, kamusala taşınmasıdır. bu gereklidir çünkü devlet en habis, en güçsüz organıyla bile o alana müdahale etme hakkını kendinde bulur, yargı istediği an en masum yaşantınıza bile bir fatura kesebiliyorken buna verilecek yanıt elbette sütyenle, ağır makyajla, ince çorapla da yürümektir. kıyafetin, kimliğin, temsilin normali-anormali olmaz / olamaz. ancak çeşidi olabilir, aynı birbirinden farklı cinsel yönelimler ve cinsiyet kimliklerinin olduğu gibi.

 

penny: (sahnede çıplak, üstünde tülden bir amerikan bayrağı var) "pardon, ben çıplakken fotoğrafımı çekmezseniz sevinirim. sansürle ilgili en berbat şey kişinin kendisini sansürlemesi (fotoğrafını çektiremiyor oluşuna serzenişte bulunuyor). ortak tarihimizde sansürle ilgili birçok örnek var. seks hâlâ müstehcen bir mevzu olarak algılanıyor. insan vücudu belki de yirmi bin yıldır hiç değişmemiş olmasına rağmen hala müstehcen bulunuyor. bunu bu denli ayıp bulan insanların takıntı hâline getirdikleri nedir? vücudumuzda herhangi bir değişiklik yok, yeni bir organ da yok saklamamız gereken veya göstermekten utanacağımız. gerçekten anlamıyorum! mesela amerika’da bir şey satılmak istendiğinde, örneğin sakız veya dondurma veya bir kutu kolanın pazarlanmasında seks bir malzeme olarak kullanılabiliyor. ama amerikan televizyonundaki herhangi bir dizide kırk tane karakter olmasına rağmen bir kadının göğüsleri veya bir erkeğin kalçalarının gösterilmesi, seksin alenî olması hâlâ yasak olabiliyor. hadi bunu geçelim, sürekli şiddetin, terörün, savaşın kültürümüzün her katmanına dâhil edilmesine ne diyorsunuz? amerikan hükümeti çıldırmış gibi kentlerde yaşayan insanların üstünde televizyon kanallarıyla, basınla inanılmaz araştırmalar yapıyor ve hayatlarımıza müdahalelerle sürekli terör ve şiddet üzerine korku yağdırıyor. birçok insan onuruyla orduya katılıyor, neo-nazi olduğunu söylüyor, katliamlar işliyor. birçok “iyi hıristiyan” bir araya geliyor partiler kuruyor, hükümet oluyor ve akıl almaz işler yapıyor. tamam, bizim onların hıristiyanlığıyla bir sorunumuz yok. fakat bu insanlar bir topluluk oluşturmayı biliyorlar. biz bir topluluk yaratmayı bilmiyoruz. biz bunun hakkında ancak konuşabiliyoruz, yılda bir kere bir araya gelip yürüyebiliyoruz fakat hâlâ nasıl bir topluluk inşa ederiz bilmiyoruz. banka liderlerine bakın, bir araya gelip koalisyonlar oluşturabiliyorlar, devletler birlik olabiliyor, insanlar parlamentolar oluşturup yasaları kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirebiliyorlar. ama biz, özgürlük düşkünleri, arsızlar, sapıklar, ötekiler nasıl bir araya gelebileceğimizi bilmiyoruz.

 

şimdi şu bulunduğumuz mekanda lezbiyenler, geyler, heteroseksüeller, aseksüeller, biseksüeller, translar var. agnostikler, ateistler, paganlar, her çeşit katolik, müslüman, kafası yüksek, kendine spritüel diyenler var. bu odada her türlü dine ve inanca bağlı insan var. yahudiler, siyahlar, asyalılar, ortadoğulular, akdenizliler, keltler ve (gülerek) beyazlar da var. 20’li, 30’lu, 40’lı, 50’li, 60’lı, 70’li yaşlarında insanlar var. hepimiz dünyayı kendi özel durumumuzla anlıyor ve kavrıyoruz. nitekim her politik düşünce bir tartışma diline sahiptir ve her tartışma dili bir tarafın kazanıp bir tarafın kaybettiği ve dolayısıyla bir tarafın hiç temsil edilemediği bir zemin hazırlar. yani bizim akademiden ve aktivizmden ürememiş yepyeni bir dile ihtiyacımız var. birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. eşcinsel hareketin de, feminizmin de yeni bir dile ihtiyacı var. çünkü fark ettim ki yıllar önce eşcinsellerin mustarip olduğu şiddet ve bu şiddeti yaratan baskıcı rejimin aynısını bugün eşcinseller yeniden inşa ediyorlar. bu dil, bu zaman için işlevini yitirdi. eşcinsel olmak bir başarı değil. artık düzene karşı olmak bir başarı."

 

istanbul’da, ortadoğu’da bu zamanda, bu anlamlı mücadele verilirken dayanışmanın ve anlayışın normali evlerden ırak tutacağı bir zaman dileğiyle.