Bantmag

"MÜKEMMEL SESSİZLİK YAZI EMRE KARACAOĞLU
BİR ÜTOPYA OLARAK MÜKEMMEL SESSİZLİK...

Piyanist sahneye çıkar, seyirciye selam verir, smokininin kuyruğunu arkaya atıp yerine oturur. Cebinden çıkardığı kronometreyi çalıştırır ve tam dört dakika otuz üç saniye boyunca gözleri piyanonun tuşlarına kilitli bir şekilde bekler. Süre dolduğunda piyanonun kapağını kapatır, seyirciyi yeniden selamlar ve sahneyi terk eder. Sevgili dinleyiciler, Amerikalı besteci John Cage’in 4’ 33’’ isimli eserini dinlediniz.

 

60 yıl önce “bestelediği” bu parça, bize ilk bakışta artık ne büyük bir klişe gibi geliyor, değil mi? Sonuçta, bu garip çalışmayla Cage, neyin sanat ve neyin sanat olmadığı arasındaki çizgiyi belirsizleştirmeye çalışıyordu herhalde. Aslına bakarsanız, bu yaklaşım doğru ama Cage’in bir taşla vurduğu birkaç kuştan sadece biri.

 

4’ 33’’’ün estetik felsefesi açısından çağrışımlarının yanında, eser ayrıca Cage’in “mükemmel sessizlik” arayışının da bir dışavurumuydu. Aklınızda canlandırın: O piyanist herhangi bir tuşa dokunmasa da konser salonundaki dinleyicilerin nefes alıp vermeleri, kıpırdamaları (ve tabii ki gülüşmeleri) vs. kulağınıza gelecekti. Dolayısıyla 4’ 33’’ asla bir tam sessizlik değildir ve her icra edilişinde de da farklı bir deneyim yaşatır - aynen müzik gibi.

 

Bu eser, Cage’in sessizlik üzerine çalışmalarından sadece biriydi. 1957 yılında yayımladığı “Experimental Music” (“Deneysel Müzik”) isimli makalede, Harvard Üniversitesi’ndeki bir “sessiz oda”ya (İngilizcede “anechoic chamber”: Tamamen sessiz, eko yapmayan oda) yaptığı ziyareti anlatmıştır. İşin enteresan yanı şu ki Cage hiçbir ses duymayı beklemezken biri tiz, diğeri de pes olmak üzere iki ses duyar. Mühendise bunların ne olduğunu sorduğunda da tiz olanın sinir sisteminin, pes olanın da dolaşım sisteminin sesleri olduğunu öğrenir. Cage, ölene kadar bu seslerin bize eşlik edeceğini söyler: Yani aslında, “mükemmel sessizlik” bir ütopyadır. Hatta “Moby Dick”in yazarı Amerikalı Herman Melville’in dediği gibi, “Sessizlik, Tanrı’nın yegâne sesidir.”

 

Öbür yanda Batı’nın sessizliği hiçbir zaman pek sevmediği gerçeği var tabii ki. Galileo teleskopuyla uzayın derinliklerine ilk baktığında, felsefeci Pascal buralardaki sessizlikten ölesiye korktuğunu dile getirmişti: “Bu sonsuz boşluğun ebedi sessizliği beni çok korkutuyor.” Batı’da sessizlik, bilgisizliğin ve sindirilmişliğin göstergesi olarak süregelmiştir. Seslerle kendini ifade etmenin karakter göstergesi olduğu düşünülmüştür hep Batı’da. Sonuçta sessizlik, ölümü ve uzayın bilinmezliğini çağrıştırdığı için insanlık etrafını hep sesle doldurdu… Yani kendimizi maruz bıraktığımız modern yaşamın gürültüsü doğrudan ölüm korkumuzla alakalı.

 

İşte bu noktada, insanlığın yaşadığı yeni bir ikilem bana çok komik geliyor: sessizlik arayışı. Bir seyahat dergisini açıp bakın: Size cep telefonlarından, televizyonlardan, arabalardan uzak, “mükemmel sessizlik” vaat eden pahalı spalar ve tatil köyleri göreceksiniz. Veya yaşadığınız apartmandaki ince duvarları ve dolayısıyla duyduğunuz komşularınızın sevişme seslerini, televizyonlarını veya çocuklarının tepinmelerini düşünün. Büyük bir bahçenin ortasında, müstakil bir evde yaşıyor olsaydınız bu istemediğiniz sesleri duyacak mıydınız?