Bantmag

CAFE DE FLORE

Mutlu olmak için her şeye sahip ve bunun gayet farkında olan bir adamla, mutlu olmak için elinde hiçbir şey bulunmayan ve bunun da farkında olmayan bir çocuğun, biri 60’lar Paris’i diğeri günümüz Kanada’sında, birbirlerinin hiç de içine geçmeden anlatılıyormuş gibi duran ama birbirleri olmadan var olamayacak hikâyeleri... Ya da şarkıları mı demeliydim? Film boyunca aslında bu hayatlara yön vermiş tek bir şarkının iki farklı versiyonunu dinliyoruz çünkü. Filme ismini veren, Matthew Herbert şaheseri Café de Flore. Nine Inch Nails’den The Cure’a, Pink Floyd’dan Sigur Ros’a duyguların ve melodilerin elele bir geçiş töreni sanki Cafe dé Flore. 40 yaşında, muhteşem iki kız çocuğa ve daha da muhteşem bir kız arkadaşa sahip Antoine, 7 yaşında, down sendromlu doğduğu gün en önce öz babası tarafından terk edilen, annesinin çabalarıyla ‘normal’ yaşama savaşını sürdüren Laurent. Bu iki zıt kimlik ve onların hayata tutunmalarında ortak rol oynayan iki kadın, biri Antoine’ın eski karısı, diğeri Laurent’ın annesi. Biri Antoine’ın, diğeri Laurent’ın ruh eşi. Hangisi hangisinin ruh eşi film boyunca bunu çözmek seyirciye kalıyor. Teoriler iyi güzel de, gerçekler ne olacak diyor, dedirtiyor. Bir şarkıyı üzerine hayat diye giyinmiş, kendi ruh eşini kendin yarat terapisi bu filmin, yaşatacağı duygu yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda, yemeklerden önce izlenmemesi şiddetle tavsiye edilir. H.Ö.

 

 

DARK SHADOWS

Tim Burton'la aranız nasıl? Eskisi kadar görüşebiliyor musunuz? Eski heyecanları yaşıyor musunuz yeni filmlerinde? Beni soracak olursanız zerre heyecan duymamakla birlikte çok da yoruluyorum kendisiyle iletişim kurarken artık. Filmlerine ayaklarım geri geri gider, yeni projelerini duyunca  üzülür oldum. Her filmi bir öncekinden fena, tatsız tuzsuz ve formül oldu, Johnny Depp, Helena Bonham Carter ve Danny Elfman üçlüsüyle çeteleşip, genç ve ergen nesli tokatlar oldu sanki Burton? En son hangi filminden mutlu ayrıldığımı düşünüyorum da, sanırım Sleepy Hollow'du. Yani bundan tam 13 yıl önce çektiği filmi. Üstüne bana yedi adet uzun metrajlı hayalkırıklığı yaşatmış. Burton'dan ya da sinemasından vazgeçmemiş olanlar, arada başka filmler de sayıp, iyi taraflarını hatırlayacaktır muhakkak. Ben bu gotik fabrikasından çıkma replikalardan hiçbir zevk almıyorum yine de. Buna rağmen bir umut izlemekten de vazgeçmiyorum filmlerini. Sevecek, eğlenecek bir şey arıyorum içinde. Fakat Burton, son filmi Dark Shadows'la öyle bir kazık attı ki, sağolsun, yolda görsem omuz atacak hale geldim kendisine. 90'lı yıllarda çekilmiş aynı adlı televizyon dizisini temel alan Dark Shadows, Burton'ın ilk dönem filmlerinden Beetlejuice ve Edward Scissorhands'in sahip olduğu atmosferin kötü bir taklidi, bu filmlerin uyduruk bir remake'i tadında. Sanki biri filmin içini ve ruhunu tamamen emmiş de biz geriye kalanlara bakıyoruz iki saat boyunca perdede. Neredeyse hiçbir zeka kırıntısı içermeyen diyaloglar, odağı bozuk bir hikaye ve karakter derinliğinden yoksun bir yığın tiplemeyle Dark Shadows, emektar bir boyama kitabının, gelişigüzel boyanmış bir yaprağı gibi. Depp'in, karakterine eklediği ezber gariplikler başta olmak üzere geniş oyuncu kadrosunun hemen her birinin performansı için bulabildiğim en hafif tabir, “utanç verici”. Bir Tim Burton filmi değil de, Acun Ilıcalı'nın sevdiği ünlüleri toplayıp yarıştırdığı bir televizyon şovundayız adeta. En ölçüsüz performansı sunan yarışması birinci olacak ve ne yazık ki seyirci olarak tek isteğimiz herkesin aynı anda elenmesi... Ayarı kaçmış aşırılıklar ve rasgele serpiştirilmiş kafa kıran klişeleriyle, düşük iq'lu bir seyirlik Dark Shadows. Canını seven Ed Wood'u bir daha izlesin. M.A.

 

 

LES INFIDELES

“Hayatım göründüğü gibi değil açıklayabilirim!” her dilde aynı etkiyi yaratan bir cümledir, tıpkı “Seni Seviyorum” gibi. Bu iki adamın hayatlarında bu kadar tezat ama bir o kadar da bağlantılı iki cümleden hangisini en çok kullandığına ise karar veremiyoruz. Hazzın, daha çok hazzın peşinde iki adamlar. Aslında 14 adamlar, belki daha da fazlası ve her yerdeler. Okul önlerinde ceketlerinin düğmelerini açıp genç görünmek zorunda hisseden, tıp kongresinde ilgi görmek için hüngür hüngür ağlayan ve bir terapi seansında birbirlerinden hiçbir farkları olmadığını gören, farklı kıyafetler, farklı karakterler, farklı yaşamlarıyla aynı şeyin peşinde 14 adam izliyoruz. Vefa’yı bir semt adı, Sevgi’yi eski karıları sanan, Bağlılık’ın yalnızca bir çeşit ip birleştirme tekniğinden ibaret olduğunu düşünen adamlar. Genç, güzel, kafasız metresleri ve yaşlı, çirkin, zeki karıları. Her ne kadar buram buram bir Fransız filmi de olsa karşımızdaki, kendinizi bir Vegas masalında hissettiğinizden hikâyeye hiç Fransız kalamıyor, aslında daha doğrusu Fransız olamıyorsunuz. Ağır, romantik, oturaklı ama çılgın adamlar ve özgürlüne düşkün, asi ama kırılgan kızlar bekliyorsunuz. Ama bu sadece, karılarını neden sevdiklerini bilmeyen dolayısıyla neden aldattıklarına da açıklamaya getiremeyen adamların hikâyesi. Galiba en güzel tarafı da şu; The Artist’ten kendisine aşikâr olup, ‘bir mimik yap da keyfimiz yerine gelsin’ciler, duyduk duymadık demeyin, 1 Jean Dujardin alana, 6 tanesi bedava! H.Ö.

 

 

PROJECT X

Found footage denilen teknikle çekilmiş gençlik filmleri son dönemde pek moda oldu. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Chronicle’ın ardından, Project X de bu furyanın son örneği. Kontrolden çıkan bir ev partisinin hazırlık sürecinden sonrasına kadar 24 saatlik bir zaman diliminde geçen film, lisenin ezikleri tarafından düzenlenip, tüm okulun, mezunların ve hatta tüm dünyanın ilgisini çeken ev partisinde yaşananlara odaklanıyor. İnternet çağında eziklerin eskisi kadar yalnız olmayabileceğine dair umut filizleri eken American Pie’ın ardından sırasıyla peşisıra izlediğimiz diğer pek çok gençlik filmi de benzer şeylerden bahsediyordu: ezikler artık yalnız değil. Mean Girls, Superbad, Easy A gibi filmlerin kahramanları gibi Project X’in de merkezinde, okuduğu lisede sosyal açıdan varlık gösterebilmek adına ne yapacağını şaşırmış bir grup ergen yer alıyor. Bu kez önerilen yöntem, kendi varoluşunla kabul edilmek yerine, popüler kimliği birebir taklit edebilmek. Belki de bu sıkıntılı öneri nedeniyle Project X, yer yer kuru bir MTV eğlenceliğinden fazlası olamıyor ama seyircisine, her şeyi unutup gecelerce partilemeye özendirecek kadar eğlenceli bir 1,5 saat sunuyor. M.A.

 

 

TAKE THIS WALTZ

‘Arada kalmak’ üzerine, aslında bir şekilde kendisi de arada kalmış bir film Take This Waltz. İlişkilerimizde yaşadığımız korkular ve onlardan neden korktuğumuz üzerine bir sorgulama hali. Genç bir çift ve aralarına kara kedi gibi girecek olan karşı komşuları üzerine bir film değil, ikili ilişkilerde yaşanılan üçgen olma hali ise hiç konumuz değil. Aktarmalı uçuşlarla yolculuk etmeye dahi tahammülü olmadığı halde hayatının tam da orta yerinde fena halde arada kalmış bir kadın hakkında bir film bu. Korkmaktan korkan bu kadın, korkusunu film boyunca pembe dudaklarından bizzat izleyebildiğimiz Michelle Williams’ın ta kendisi. Alışık olduğu ama yapışık olmadığı bir evliliği bir de alışık olmadığı ama gördüğü an adeta yapışıp kaldığı bir komşusu var. Her şeyi yaşayabilip hiçbir şey konuşamadığı kocasının yanında, her şeyi konuşabildiği ama hiçbir şeyi gerçekten yaşayamadığı bu adam giriveriyor hayatına. “Değer mi?” sorusunu sormak durumunda kalacağı ayrımlara düşüp en büyük korkusunu kucaklamış oluyor farkında olmadan. Üçgenin üçüncüsü, bu çifti faytonla sırtında çekerken, film de bizi korkularımızın yanına doğru alıp götürüyor ve sonuçlarıyla yüzleşmemizi sağlıyor. Ünlü düşünür Carrie Bradshaw’un, ‘hayat boyu aynı kanepede yan yana oturmanın neresi kötüydü ki?’ demesi gibi, her eve geldiğinde fırında tavuk bulmanın neresi kötüydü ki? H.Ö.