Bantmag

BİR GRUP GENÇ, TATİL VE ÖLÜM. SADECE KALIPLARI KULLANARAK BİR FİLM ÇEKMENİZ İSTENSE NE KADAR ÖZGÜN BİR İŞ ORTAYA ÇIKARABİLİRSİNİZ? 

 

“Teen Slasher”, tatil için bir araya gelen bir grup gencin bir katil veya doğaüstü bir güç tarafından teker teker öldürülmesini anlatan bir korku alt türü olarak kısaca özetlenebilir. Sinema için bu alt tür öylesine işlevseldir ki mekânlar, kişiler veya konular değişebilir ancak mevcut şablon uygulandığında her daim ortaya çıkan sonuç Teen Slasher olarak adlandırılabilmektedir.

 

Bu alt türün artık klişe hâline gelmiş yapısını oluşturan kalıpları bunlardır. Ancak bu sene bu kalıpları kullanarak ve istemli olarak klişelere düşerek de ne kadar özgün bir iş çıkartılabileceğini, ezber bozmak için ezberlenenin değiştirilmesine ihtiyaç olmadığını kanıtlar nitelikte bir film izledik: The Cabin in the Woods.

 

Film, başlangıcıyla birlikte “Ben bu filmi izlemiştim” cümlesini kurduracak kadar tanıdık bir atmosfer sunuyor izleyenlere. Tatile çıkan gençlerin profilleri, gençleri uyaran bölgenin yerlisi, yavaş yavaş ama geliyorum diyen ölümler... Ancak sahneler ilerledikçe izlediğinizin klasik bir Teen Slasher örneği olup olmadığını sorgularken, filmin farklı dinamiklere sahip olduğunu hissetmeye başlıyorsunuz.

 

The Cabin in the Woods, salt ölüm olgusunun getirisi olarak “Katil kim?” sorusu üzerinden işlemiyor. Bir kurgunun içerisinde döndüklerini anlayan gençlerin yaşadıkları her şeyin aslında büyük bir oyunun parçası olduğunu anlamalarıyla, artık onları öldürenin kim olduğu sorusunun yanına bu oyunun neden kurgulandığı gizemi ekleniyor. Bu gizem neredeyse filmin devamlılığın sağlanmasındaki en önemli dinamo hâlini alıyor.

 

Film, Drew Goddard’ın ilk filmi. Ancak buna rağmen filmin estetik algısı genelgeçer bir Teen Slasher’ın ötesinde. Türe dışarıdan bakabilen ve eleştirilerini kendine has mizahına yedirerek izleyiciye sunan bir yapı sergiliyor. Film söyleyeceklerini çoğu zaman karakterleri konuşturmaya gerek dahi duymadan görsel imgelerle anlatma konusunda da çok başarılı. Ses ve müzik kullanımının korku sinemasının vazgeçilmez öğelerinden olduğu göz önünde bulundurulduğunda Christopher Nolan’ın bestecisi olarak tanınan David Julyan’ın, The Cabin in the Woods’u özgün müzikleriyle ayrı bir noktaya taşıdığı söylenebilir.

 

Geçmişten günümüze neredeyse tüm korku türüne has karakterleri önümüze sunan film, türün kendine has özellikleriyle âdeta oyuncakmışçasına oynuyor. Karakterleri karikatürize ederken absürt niteliklerin çok da dışına çıkmayarak alışılageldik bir iş izlettiği duygusunu kendine has teknikleriyle harmanlıyor. Böylece bir kült olma yolunda çok iyi bir rota izlediğini seyircilere gösteriyor.

 

“Gore” sahneler kullanmaktan hiç çekinmeyen, söyleyeceklerini bir çırpıda döken, çizilmiş sınırları baz alarak farklı çizgiler yaratan, kırılma noktalarını yerinde kullanarak şaşırtmayı başaran, oyunculuk düzeyinin yukarıda olduğu, mizah dozuyla da güldürmeyi gerçekten başarabilen bir yapım ortaya çıkıyor.  

 

The Cabin in the Woods’a benzer şekilde Teen Slasher’ın neredeyse tüm özelliklerini içerisinde barındıran ancak türe dışarıdan da bakabilen, mizahı filmin neredeyse en önemli noktasına yerleştiren, ölüm olgusu ve klişeleri kendi lehine çeviren bir Norveç filmden bahsetmek yerinde olacaktır: Dead Snow (2008)

 

Tatil yapmak için karlı bir dağ kulübesine gelen gençler mekân el verdiğince eğlenmeye çalışırken kulübenin altında bir kasa altın bulurlar. Ancak altınlar, onları öldürmek isteyen umulmadık bir düşmanla karşı karşıya gelmelerini sağlayacaktır: Nazi zombiler.

 

Film, karlarla kaplı dağlık bir bölgede geçiyor. Bu sayede Norveç’in kendine has soğuk iklimi âdeta filmin atmosferine yansımış diyebiliriz. Bitmeyen beyazlığın ortasında bir mekân kurgusu yaratan film, kar imgesini kullanarak beyazın aslında en kirlenebilir renk olduğuna da vurgu yapıyor. Ayrıca mekânın, karakterlerin yalnızlık hissiyatını tamamlar bir nüve olarak tanımlandığı söylenebilir.

 

Grubun tipolojisine bakıldığındaysa, “şişman” olanından “yakışıklı” jönüne; “sevimsiz”, “bilgiç”, “küstah”ından fırsat ve eğlence arayan kadın karakterlere kadar oldukça tanıdık profiller görürüz. Genel olarak bölgenin değerlerine, kültürüne saygı duymayan grupta ilk ölenler de bir köşede sevişenler olacaktır.

 

Gençler twister oynarken sıkılıp neden bu oyunu oynadıklarını sorguladıklarında cevap filmin sinefil karakteri Erlend’den gelir: “Çünkü Hollywood bize bunun çok eğlenceli olduğunu söyledi.” Diyalogdan da görüldüğü üzere, Dead Snow’da Hollywood’a ve Teen Slasher kalıplarına dışarıdan bakarken sarkastik bir dille de yeren bir tavır sergilenmektedir. Fakat bu eleştirel tutum, filmde başlı başına absürt bir mizah unsuruna dönüşmektedir.

 

Açılış sahnesi, gençlerin olaya dâhil oluşları, aksiyonun, gerilimin arttığı sahnelerin süreleri ve düğümlerin çözülüşü yine türün bildik özelliklerine bire bir uymaktadır.  Bölgede yaşayan gizemli yerli kişinin gençleri uyarması ve âdeta görevini tamamlamışçasına bir sonraki sahnede ölüyor olması aslında filmin, türün dayattığı kalıplara yönelik eleştirel bir duruşu olarak görülebilmektedir.

 

Filmde söz konusu kalıplar bazı nüanslarla kırılıyor. Bu nüansların başında filme özellikle eklenmiş olan Erlend adındaki sinefil karakter gelmektedir. Film, Erlend’in öyküye eklenmesiyle her noktada rahatça sinema hakkında muhabbet edebilme olanağını kazanıyor ve kendi klişeleriyle dalga geçebiliyor.

 

Dead Snow’un derdi “Nazi Zombi” motifini kullanarak Teen Slasher’lar cephesinden politik bir film yapmak değil. Bilakis Yahudi soykırımı ve Naziler üzerine sürekli ve bol çeşitte filmler üreten Hollywood sinemasını tiye almak. Film, sarkastik dili ve muzipliğiyle zihinlerden çıkmayacak şekilde sinema tarihinde kendine sağlam bir yer ediniyor.

 

1960’larda bizzat Almanlar tarafından çevrilen korku filmlerinde “Vampir Naziler”e rastlamıştık. Lâkin Zombi Naziler, Dead Snow’un getirdiği bir yenilik olarak görülebilir. Filmde ısırılan insanların zombiye dönüşmüyor oluşuysa Nazi Zombilerin ari ırklarını muhafaza etme isteklerine bağlanabilir. Filmin göndermeler üzerinden işleyen yapısında Evil Dead, Braindead gibi kült korku filmleri de es geçilmemiş durumda. Bahsi geçen filmlere referans verilince Dead Snow’un neden bu denli kanlı bir film olarak seyirciye sunulduğu da anlam kazanıyor. Film, kanı had safhada kullanan filmlere verilen gore adını sonuna kadar hak ediyor.

 

Filmografisinde absürt mizaha çokça yer veren Tommy Wirkola’nın Dead Snow’da da bu mizahî dili işlevsel olarak kullandığını söylemek mümkün. Korku ile komedi türlerini başarıyla harmanlayan, seyirciyi ters köşeye yatırabilen ve salt eğlenme odaklı seyirlik olmanın dışına çıkabilen bir yapım. Film, başarılı kadrajları, renk kullanımı ve ses tasarımıyla ne yaptığını bildiğini ve aşık attığı türü iyice analiz etmiş olduğunu izleyenlere kanıtlıyor.

 

Teen Slasher türü en çok rağbet gören korku alt türlerinden birisidir. Ancak son yıllardaki örnekler genellikle derdi olmayan veya hikâye anlatısı açısından yüzeysel olarak tanımlanabilecek türden işler. The Cabin in the Woods ve Dead Snow türün içine saplanmaktan ziyade dışarıdan bakabilen ve bu sayede izleyiciye daha net çözümlemeler sunarak türdeşlerinden ayrılan filmler olarak artık yenilikçi bir Teen Slasher filminin çıkmayacağını düşünenlere de bir yanıt oluyorlar.