Bantmag

TIPKI BİZİ KARANLIK DEHLİZLERİNE DOĞRU SIK SIK YOLCULUĞA ÇIKARTAN HAYAT GİBİ, SİNEMA DA YANAĞIMIZA ACI BUSELER KONDURMAKTAN GERİ KALMIYOR. 

Beyazperdede acının çeşitli tasvirleri içerisinde, bu ay Türkiye’de gösterime giren Declaration of War ise bu kırık acının adına kanser koyuyor... İnsanoğlunun öteden beri mücadele verdiği, yendiği ya da yenildiği bu illet, Declaration of War’dan önce de beyazperdede çeşitli defalarda karşımıza çıktı ve üzerine kurulmuş cümleler gözümüzün önünden akıp gitti. 

 

1. EVRE: KABUL

 

Hayatının henüz ilk birkaç yılını süren çocukları kansere yakalanan Juliette ve Romeo çiftinin, başlarına gelen bu olayla baş etmeye çalışmasını konu alan Declaration of War, bu insanı kemiren hastalığın detaylarında gezinmek yerine, karşı karşıya kalınan durumun bu ikili üzerindeki etkisine yoğunlaşıyor. Genç çiftin zaman zaman kendilerini teslim ettikleri karanlık düşünceler kadar, her şeyi bir kenara bırakıp, hayatın tadını çıkarmaya çalıştıkları anları da kadraja alan filmin, bu hastalığın içinde aradığı umut ışığı, akla birkaç ay evvel izlediğimiz 50/50’yi getiriyor. 

 

Oldukça genç bir yaşta kanser olduğunu öğrenen 27 yaşındaki Adam’ın, hastalığını öğrendikten sonra geçirmeye başladığı süreci konu alan 50/50, durumu soğukkanlılıkla karşılayan kahramanını, zaman zaman isyan da ettirerek, bu çetrefilli sürecin kabul sürecini mercek altına alıyor. Kanserle mücadele denilen vahşî ve meşakkatli savaşın odağında, Adam kadar Adam’ın en yakın arkadaşı ve histerik annesi de yer alıyor. Kanserin doğrudan muhatabı kadar, bu hastalığın etrafındakilerin de psikolojisini elinden geldiğince anlamaya çalışan 50/50’de Anjelica Huston’ın canlandırdığı anne karakteri, kanser meselesini aile ortamına taşıyor.

 

2. EVRE: AİLE

 

Julia Roberts ve Susan Sarandon’ın başrollerini paylaştığı Stepmom da kanserin aile mefhumuyla doğrudan ilişkisini kurcalayan bir diğer örnek olarak karşımıza çıkıyor. Eski kocasından dünyaya getirdiği çocuklarını, hastalığı nedeniyle az bir ömrü kaldığı için hiç de güvenmediği “yeni eş”e teslim etmek zorunda kalan Jackie’nin, üvey anne Isabel’le kurduğu ilişkiyi konu alan Stepmom, ancak veda ediyor olma kabulünün dönüşüme uğratabildiği önyargılarımıza da büyüteç tutuyor.

 

Mevzubahis hastalığa melodram penceresinden bakan bol Oscarlı The Terms of Endearment, benzer bir hikâyeyi konu alan My Life Without Me, hayata veda etmeden hemen önce oğluna bir video bırakmak için mücadele eden kahramanının öyküsüne odaklanan My Life, kanserli bir babanın acısından yola çıkan Biutiful, kan kanseri kardeşinin son isteğini yerine getirmenin derdinde olan bir ağbinin öyküsünü konu alan Yeşilçam harikası Canım Kardeşim türün diğer örnekleri arasında yer alıyor.

 

3. EVRE: AYRILIK

 

Kendini melodrama teslim etmiş kanser filmlerinden bazılarıysa merkezine aldığı aşk hikâyeleriyle, yer yer sömürüye kaçabilen ya da soğukkanlılığı elden bırakabilen örnekler arasında yer alıyor. Bu tarifin en meşhur ve en eski örneği ise kuşkusuz 1970 yapımı Love Story. Düşmanlık kavramına kanseri oturtmuş bu nispeten modernize edilmiş Romeo & Juliet hikâyesi, tüm zamanların en ıslak mendili olmasının yanısıra, bu hastalıkla mücadelenin varlığını da neredeyse inkâr eder nitelikte.

 

Kanseri, hikâyesi içerisinde bir şaşırtmaca noktası olarak kullanmayı seçen diğer romantik dramlar arasında yer alan Sweet November, Autumn in New York ve A Little Bit of Heaven, duyguları çabuk eğilip bükülebilen seyircilerde ciddî kalp yarası açan yapımlardı. Bir de romantizmin dozunu artırmaya çalışırken, zekâ sınırlarını zorlayan yerli bir örneğimiz Asmalı Konak: Hayat var ki, filmde kahramanının beynine isabet eden kurşunun, kahramanın beyin tümörünü söküp götürmesine önce inanmamız, sonra duygulanarak sevinmemiz bekleniyor bizden. 

 

4. EVRE: METANET

 

Beyazperdede kansere odaklanan filmler arasında en nitelikli olan örneklerin, bu hastalığı daha yalnız yaşayan kahramanlara sahip filmler olması ise ayrıca ilginç. Hastalığa daha metanetli yaklaşan ve kabulün erken geldiği filmler, belki de kansere yakalanmış insanların hayatla kurduğu bağın kuvvetinden güç aldığından bu denli etkileyici olmayı başarıyor. Bu konudaki en parlak örnek olan Akira Kurosawa’nın unutulmaz başyapıtı Ikiru, kanser olduğunu öğrendikten sonra hayata başka bir yerden bakmaya başlayıp, onu anlamaya, öğrenmeye, kaynağını bulmaya çalışan Kenji’nin öyküsünü konu alıyor. Kenji’nin anlamlı mücadelesi bir yana, hastalığın fitillediği yolculuğun kendisi, izleyiciye bambaşka bir tecrübe yaşatıyor.

 

Yıllar sonra François Ozon’dan gelen Le temps qui reste ise kahramanını biraz daha karanlık bir yolculuğa çıkartıyor. Hayatı boyunca sevmediği her şeyden kaçmaya, uzaklaşmaya alışmış olan kahramanı Romain’in sevdiği ve sevmediği her şeyle vedalaştığının idrakıyla başlayan film, insanoğlunun varoluşunu da devasa bir egodan başlatıp okyanustaki kum tanesine vardırıyor. Le temps qui reste’in seyrine yakın bir başka kanser filmi olan Mike Nichols imzalı Wit ise hastalığın en yıpratıcı fiziksel deformasyonlarından, en duygusal damarlarına, kahramanının en metanetli anlarından en kendini bıraktığı anlara dek seyircisini tekinsiz bir tahterevalliye bindirip gezdiriyor.

 

Kanser mevzuunda söylenebilecek neredeyse her türlü sözü söyleyen ve yer yer nihilizme varan tavrıyla en azından beyazperdede, bu hastalığa dair korunabilecek en soğukkanlı duruşu sergileyen Wit’in açıkça belirttiği gibi, bu hastalık hayatımızda vardı, şu an var ve hep olacak. Peki ya biz kimiz? Hayattaki varoluşumuzun anlamı ne? Neye karşı, ne için, bu verdiğimiz mücadele? Şimdilik, bu soruların cevaplarını hayatın içinde değil filmlerde aramaya devam etmeyi dilemekten öteye gidemiyoruz.