Bantmag

 

THE DICTATOR

Sacha Baron Cohen'in birşeylerle derdi olduğu kesin. Belli ki bazı şeyler acayip sinirini bozuyor. Sinirini bozan şeylerle de mizah yoluyla kafa bulmayı seviyor. The Ali G Show zamanından beri bu böyle. Borat'ı izleyip sevmeyenlerin bile çoğunlukla kabul ettiği bir şey var: Cohen'in tavrı ve tarzı klasik tuvalet mizahından fazlasına tekabül ediyor. Kişisel olarak Sacha Baron Cohen ve filmleriyle aramın harika olduğunu söyleyemeyeceğim. Borat'ın fırtınalar koparttığı dönemde de filmin biraz fazla abartıldığını ve iddia edildiği kadar sarsıcı bir işle karşı karşıya olmadığımızı düşünmüştüm. Buna rağmen, benim için Cohen'in her bünyeye hitap etmeyen, kaba, dolaysız, politik doğrucu tavırla ölçüsüzle dalgasını geçen filmlerinde eğlenceli birşeyler bulmak zor değildi. The Dictator'da da durum değişmiyor. Cohen yine olabildiğince ölçüsüz ve hattâ saldırgan. Uluslararası siyaset, Amerikalı sivil paranoyaları, Hollywood yıldızları, çevreciler ve organik gıda tüketicileri diye başlayıp uzayan kocaman bir liste de Cohen'in sivri dilinden nasibini alıyor. Cohen'in yine birlikte çalıştığı yönetmen Larry Charles da bu kez daha büyük ve zor bir komedinin altından rahatça kalkabilmiş. Özetle The Dictator, çoğunlukla kafa bulduğu Hollywood klişelerine yer yer yaklaşmakta çekinmeyen bir hikâye anlatsa da hiç de fena olmayan bir komedi. Cohen'in dünyasına aşina olup içerde rahat edebilenleri bolca kahkaha bekliyor... M.A.

 

 

INTOUCHABLES

Fransızlar için son dönemlerde yine yapmışlar diyebileceğimiz çok sayıda eser yok elimizin altında ancak Intouchables ile bir klişeyi çok başarılı bir şekilde gerçekleştirdiler: hem güldürüp hem de hüzünlendirdiler. Paris'te geçen filmlerin çoğunun aksine filmde Paris pazarlaması neredeyse hiç yapılmamış. Eyfel Kulesi'ni görmüyoruz bile örneğin. Filmin samimîliğini, odaklandığı noktayı buradan bile anlamak mümkün. Paris'te geçen bir Fransız filminden sonra Paris sokaklarında gezmek istedim cümlesini duyamadığım nadir filmlerdendi... Hikâye, tamamen zıtlıklar üzerine kurgulanmış iki karakterin etrafında geçiyor. Zengin bir aristokrat olan Philippe'in yamaç paraşütü kazası sonrası boynundan aşağısı felç olmuştur ve sürekli yanında kalacak bir bakıcıya ihtiyacı vardır. Paris'in banliyölerinde yaşayan, hırsızlık suçu sebebiyle girdiği hapishaneden yeni çıkmış Driss ile yolları Driss'in doğru zamanda doğru yerde olması sonucu şans eseri kesişir. Ekonomik durumları, müzik zevkleri, ten renkleri, fiziksel yeterlikleri... Her şeyleriyle zıt olan bu iki karakterin samimî dostlukları bu karşılaşmanın devamı olarak biz izleyenlere çok sade, komik, hüzünlü bir şekilde önümüzden akıp gider... Filmin yönetmenleri Olivier Nakache ve Eric Toledano gerçek bir olaya dayanan bu eseri arka plana güzel müzikler de koyarak bizlerle paylaşıyorlar. Filmin tema müziği “Una Mattina” çaldığı zaman, empati yeteneğinizin de derecesine göre hüzünlenmekten kendinizi alamıyor, Driss'in favori grubu Earth & Fire çaldığı zaman da yüzünüze tebessümü cuk diye oturtuyorsunuz. Fransızlar müzikte her zaman yaptıklarını bu sefer de Intouchables'da yaptılar anlaşılan; meşhur Fransız dokunuşlarını... E.A.

 

 

L'EXERCICE DE L'ÉTAT (THE MINISTER)

Fransız yönetmen Pierre Schöller'i, Zero Defaut ve Versailles gibi önceki işlerinden tanıyanlarınız vardır belki. Eğer yoksa da geçtiğimiz yılki Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen ve FIPRESCI ödülü kazanan son filmi L'exercice de l'etat ile sinemasına giriş yapmak için geç kalmadınız. Fransa'nın kurgu ulaştırma bakanı Bertrand Saint-Jean'i, hikâyenin merkezine yerleştirip, tüm kabine üyeleri ve Fransız parlementosu etrafında gezinen film, politikanın ikiyüzlü ve kirli dünyasına, inandırıcı bir gerçeklik duygusu ve incelikli bir görsellikle gözler önüne seriyor. Siyaset ile erdemin uyuşmazlığını, doğru siyaset yoktur klişesini didikleyerek sorgulayan ama çıkış noktası da arayan, bununla beraber taraf tutmaktan başka çaresi olmadığının da bilincinde bir seyirlik olan  L'exercice de l'etat, başrol oyuncusu Olivier Gourmet'nin nefis performansından da güç alıyor. Kafanızda rahatlıkla Türkiye'deki siyasî arenaya adapte edebileceğiniz bir hikâye anlatıyor olması da filmi daha rahat içini girebilir bir hâle sokuyor açıkçası. Son olarak filmin, oldukça başarılı bir görüntü yönetimine sahip olduğunu ve son zamanlarda beyazperdede gördüğümüz en etkileyici kaza sahnelerinden birine tanık ettiğini de ekleyelim. M.A.

 

 

MOONRISE KINGDOM

Bir insan bir filme sarılabilir mi? Ben Moonrise Kingdom’a sarılmak istiyorum. Yanlış anlamayın, Wes Anderson’a ya da filmdeki Sam (Jared Gilman) ya da Suzy’ye (Kara Hayward) sarılmaktan bahsetmiyorum. Filme sarılmak istiyorum, bir kitaba sarılır gibi. Mesela Franny ve Zooey’e defalarca sarılmışlığım, ve söylemeye çekindiğim kadar defa uyumak yerine baştan sona tekrar okumuşluğum var. Kimsenin kafasında gereğinden fazla beklenti yaratmamak uğruna Moonrise Kingdom ile ilgili söyleyebileceklerim konusunda kelimelerimi çok dikkatlice seçmeye çalışırken konudan uzaklaştığımı fark ettiğim şu saniyede yeni bir paragraf açarak lafı çevirmeyi doğru buluyorum... Wes Anderson, tıpkı Benjamin Britten’ın temasını Purcell’den alan The Young Person’s Guide to the Orchestra’sındaki gibi önce tüm enstrümanlarla başlıyor, ardından her bir enstrüman kategorisini ayrıştırıyor, ve son olarak hepsini yeniden bir araya getirmek suretiyle bir nevi giriş, gelişme –ya da buradaki haliyle dağılma/ayrışma/çözülme– ve ardından sonuca ulaşıyor. Film, Andersonseverler için çölde vaha olmanın yanısıra, "Anderson da kim, ben Bruce Willis’i duyup gelmiştim" diyenlerin bile akıllarında birkaç gün kalacak, hattâ (umarım) insanlığı sevmek ve daha iyi birer insan olmak için birkaç sebep sunacak. N.B.

 

 

WYMYK (COURAGE)

Kieslowski'nin öğrencisi olarak anılan Polonyalı yönetmen Greg Zglinski'nin, ikinci uzun metrajlı filmi Wymyk, geçtiğimiz nisan ayında gerçekleştirilen 31. İstanbul Film Festivali'nin en dişe dokunur filmlerinden biri olarak öne çıkmıştı. Üst orta sınıfa mensup Polonyalı bir ailenin, orta yaşlarını sürmekte olan iki erkek kardeşinden biri, daha cesur ve anı yaşayan bir adam portresi çizerken, diğeri daha dikkatli ve sorumluluk sahibi bir tipe benzemektedir. Cesur olan kardeşin zoruyla binilen bir trende, karşılaştıkları bir taciz olayını engellemek zorunda kaldıklarında cesur olan değil, sorumluluk sahibi olan kardeş harekete geçer ve olay, geri dönülmez bir hâl alır. Cesur olan kardeş, hayatının geri kalan kısmında, bu olay yaşanırken verdiği reaksiyonun ağırlığı ve vicdan hesaplaşmalarıyla baş etmek zorundadır. Wymyk, karşılaşması en kolay felaketlerden birini merkeze alıp, kişisel felaketlere ve insana atfedilen sıfatlarla mücadele etme çabasına odaklanan, yan yollara fazla sapmadan, doğrudan söylemek istediği sözü söyleyip, bizi kendi akıl ve vicdanımızla başbaşa bırakan etkileyici bir seyirlik. Soluk kesici bir başyapıt olduğunu söyleyemeyiz belki ama kesinlikle ilgiye değer, olgun bir filmle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. M.A.