Bantmag

BU GRUPLAR ŞIKLIKLARIYLA OLDUĞU KADAR ŞARKILARIYLA DA ESKİYE BAKAN BÖLÜK PÖRÇÜK BİR AKIM OLUŞTURSALAR BİLE MTV’Yİ ANLIĞINA KURTARACAK KADAR DA SAĞLAM BİR GÖRÜNTÜDEYDİ.

 

The White Stripes da minimal yapısı ve blues aşkıyla diğerlerinden rahatlıkla sıyrılıyordu. Ânında da pazarlanmaya hazır bir görüntüdeydi, kulakları açmayana sindirimi kolay. Michel Gondry'nin lego adamları arasından haykıran o ilelebet sıkıntılı gitarı ve tiz sesi duyduğumuzda da artık yapacak bir şey yoktu ki! Açık kollarla, koşa koşa sarıldık. İlginç olan da 2000'lerin o ilk yıllarında White Stripes'ın (her ne kadar yanlış olsa da grubun adı bir zamanlar Jack White'la eşanlamlı olarak kullanılıyordu) üzerine yapıştırılan kurtarıcı etiketinden çok, bu beklentinin bunca yıldan sonra hüsranla sonuçlanmamasıydı.

 

Jack White, sınırlar içerisinde hareket etmenin yaratıcılığa yardımcı olduğunun en önde giden sözcülerinden biriydi. White Stripes'ı de hem şarkı yapılarıyla, hem de kırmızı, beyaz imajıyla bir konsept olarak, müziğe özel bir kısıtlama projesi olarak sunuyordu. Ondan sonra gelen her projesinin de ayrı bir amacı vardı, ayrı bir görüntüsü ve tabiî ki tekabül eden renkleri. The Raconteurs onun deney alanı, Dead Weather da bir süper grup tadında, hem kendini baterisinin arkasında geriye çekebildiği, hem de egosunu rahatlıkla salabildiği yer oldu. Prodüksiyona soyunduğu anlarda bile, her tarafta yine onun suratı çıkıyordu. Yaptığı tek şarkılık misafirlikler de adını olmayacak derecede geniş ve birbiriyle ilişkisiz kitlelere yayarken (bakınız Insane Clown Posse), insanın aklını karıştırmak yerine, hiç olmayacak işlere bulaşsa dahi iyi bir iş çıkaracağını yayınlayan bir bildiri gibiydi. Jack White adı, oldukça kısa bir sürede, “müziğe faydalı” anlamına gelmeye başladı.

 

Birkaç yıl önce de, tüm bu işlerin tepesine kurumunu kondurdu: Third Man Records. Burası da yayınlanan her parçasının arkasında dönen, sarısı, yeşili ve kırmızısıyla, daha önce görmediğimiz veya görmek istemediğimiz pazarlama beyniydi. Dükkânının ve çalışanlarının belirlenmiş renklerde üniformaları var, düzgün giyinmeyenlere de para cezası. White'ın tüm çalışmalarının master kayıtları güvenli bir şekilde (biometrik) bir kilit altında tutuluyor. Sabah akşam da deneysel plaklar basılıyor: 3 RPM'de dönen ilk plak, içi sıvı dolu ilk plak, üstüne şimşek çizilmiş plak, fosforlu plak... Bu özel yayınları, Ebay'de sonradan satılmasın diye de inanılmaz bir direniş gerçekleştiriliyor. İnternet sayfalarının altında, büyük büyük harflerle “Your Turntable's Not Dead” (plakçalarınız ölü değil) yazıyor.

 

Kısacası, Jack White artık müzikle ilgili ne yapmak isterse, sanki aklına ne eserse deneyiveriyor, başarısız olmayacağını garantileyecek kadar da dikkat çekmeyi başarıyor. Master kayıtları elinin altında olunca da, bunca yıllık başarıdan sonra kaynakları bol zaten. Peki 21. yüzyılın başlarında, rock müziğinin kurtarıcısı gözüyle bakılan, fakat aslında sadece çaktırmadan blues çalmaya uğraşan döşemeci Detroitli arkadaşı ne ara buralara taşıdık?

 

Çalışma masasının üzerinde duran “John A. White III – Accidentist and Occidental Archaeologist” (Tesadüfçü ve Batılı Arkeolog) yazılı kartvizitleri (vallahi gerçekler!), kafiyeli bir şakanın yanısıra, aslında kazara da olsa açıklıyor durumunu, tesadüf süsü verilmiş kariyer atılımlarını ve eskiye olan romantik düşkünlüğünü… Kimse blues çaldıklarını anlamasın diye olabildiğince karikatür gibi sahneye çıktıklarını söylüyordu önceleri, Jack White. Sonra da The White Stripes'in hayatındaki en zorlu ve en anlamlı proje olduğunu, renk kısıtlamalarının bile onu yaratmaya zorlamak adına verilmiş bilinçli bir karar olduğunu anlattı. Wu-Tang Clan'den RZA'yla düzenlenecek bir işbirliğinin gerçekleşmemesi sonucu, tesadüfen kaydedilmiş bir albüm olarak da şimdi ilk solo denemesi olan Blunderbuss'ı sundu. Albüm, sanki Jack White evde otururken sıkılıp birkaç şarkı yazayım demiş, sonra da kazara stüdyoya girmiş gibi pazarlanıyordu. Sonrasında da bir anda mavi bir kampanyayla, Gary Oldman'lı bir açılışa bakakaldık.

 

Bu kararlı işadamı oluşunun yanısıra, bir de nostalji dolu, Güneyli centilmen havası var. It Might Get Loud'un başlarında, süslü papyonlu takımının içinde dijital platforma savaş açmış, teknolojinin yaratıcılığa hiçbir faydasının olmadığını, kolay erişimin karşı koyulması gerektiğini söyleyen tarafı. Kırık plastik gitarlardan düzgün sesler çıkartmaya uğraşıyor, ProTools gibi programları stüdyosuna sokmuyor, mücadele vermeden yarattığıyla gurur duyamadığını söylüyor. Plaklara duyduğu romantizmi de anlatmaya doyamıyor. Arka bahçesinde yeniden açtığı döşemecilik dükkânındaki (Third Man Upholstery – Your Furniture's Not Dead) çalışma etiğini olduğu gibi müziğine taşıyor. Eski nesilden kalma bu rüzgârları estirirken de hem onu buraya getiren o köklü müziğe bağlanıyor, hem de teknolojinin doğurduğu kaos üstünde inanılmaz bir kontrole sahip oluyor.

 

Birkaç hafta önce, “Freedom at 21” single'ının promosyonu adına 1000 tane plak mavi balonlara bağlanıp Prince Rama misali havalara bırakıldığında, bu balonların çoğunun bir daha görülmeyeceği belliydi. Şimdiye kadar da ancak beş tanesi bulunmuş. Bunun üzerine de Stephen Colbert yaptığı röportajda gülmekten kırılmamaya uğraşırken, kendi tutamayarak “Sen pazarlamayla ilgili herhangi bir şey biliyor musun?” diye sordu kendisine. Fakat, daha iki gün önce Guinness Rekorlar Kitabı'na, tek notalık (Mi notasıymış) en kısa konser rekorunu saymadıkları için sataştığı gibi medyadan dikkat çekmeyi bilse de, şirket logosunun albümleriyle beraber renk değiştirmesi dâhil her detayı planlasa da, balona bağlı bir plak bulmanın verebileceği histen kendini alamıyordu sanki. Müziği elinde tutabilmenin, beklenmeyen bir yerde planlanmamış koşullarda bir konserde olabileceklerin, müziğin sihrine kendini kaptırmış ve adamış biri.

 

İlk ortalığa çıktığından beri, Jack White bakınca ne yapacağı belli olmayan havası ve eğlenceli yalanlarıyla farklı bir yerlerden geliyor gibiydi. Yapısı bile olması gerekenden hem büyük hem de küçüktü sanki, bir yere oturmuyordu. Ağzından çıkan her uydurulmuş hikâyeyle de anında basını çekip çeviriyordu – Meg White'la kardeşler mi, yoksa evliler mi diye kaç yıl çıldırttı insanları? Pop dünyasının artık iç burkan gösterileri dışında alışık değildik uzun zamandır böyle bir hâkimiyetle kendi imajına şekil verip sunana.

 

O tanıdığımız manik görüntünün ardında işleyen inanılmaz kontrollü bir adamın varlığının artık hepten farkındayız. Plansız, başına buyruk görüntülü, ama attığı her adımın da sanki bir amacı var. Bob Dylan'dan kaynakçılık öğrendiğini söylemesinin, Guinness Rekorlar Kitabı'nın çalışanlarıyla oturup bir hafta boyunca dalga geçmesinin, karısıyla beraber verdikleri boşanma partisinin, plak şirketini kurduğu binanın eskiden şeker fabrikası olduğunu iddia etmesinin... Hepsi kendi adı altında oluşturduğu bir hikâyenin, bir mitolojinin parçası. Bir aralar naftalin kokmaya başlayan rock star imajını da bu şekilde, olduğu gibi günümüze taşıdı. Önümüze çıktığı günden beri de insanları uğraştırıyor. Ama her şeyden önce de, adam gibi müzik yapıyor.