Bantmag

GIORGOS LANTHIMOS, DOGTOOTH FİLMİYLE SADECE KENDİ ÜLKE SİNEMASINDA DEĞİL, BÜYÜK FESTİVALLERDEKİ BAŞARISIYLA KULAKTAN KULAĞA YAYILARAK TÜM DÜNYADA BÜYÜK YANKI UYANDIRDI. DOGTOOTH'UN SENARYOSU VE ÇEKİM TEKNİKLERİNDEKİ YENİLİKÇİ DURUŞ İLE BİRLİKTE ARTIK YÖNETMENİN PARMAĞININ OLDUĞU HER İŞ MERAKLA BEKLENİR HÂL ALDI.

 

Lanthimos'un Dogtooth sonrasında çektiği yeni filmi Alpeis, bu sene 31. İstanbul Film Festivali’nde gösterildi ve festivalin neredeyse en çok beklenen filmi olduğunu söyleyebiliriz. Alpeis, açılış sekansından sonuna kadar Dogtooth'u izleyenlerin bir nebze aşina olduğu, fakat sinema algısında alışılmış kalıpların içerisinde bir yere oturtamayacağınız bir film izlediğinizi hissettiriyor.

 

Yaşam, ölüm ve kaybedilenin yerine başka birini koyabilmek. Film buradan yola çıkıyor. Bir şirket düşünün ki; çalışanları ölen kişilerin yerini alıyor, geride kalan sevdiklerine tam da ölen kişiymiş gibi davranarak onların acılarını hafifletmeye çalışıyor. Kendilerine de “Alpler” adı veriyorlar. Bu ismin açıklamasını ise ekip liderleri şu minvalde bir konuşmayla açıklıyor: Alpler başka hiçbir dağ ile kıyaslanamaz. Ağrı Dağı’nın yerine Alpleri koyabilirsiniz ama Alpler yerine Ağrı Dağı’nı koyarsanız eksiklik olduğunu siz de göreceksiniz. Ekip elemanlarından her biri Alp Dağları’ndan birisinin adını alıyor ve ücretli bir çalışma sistemiyle artık ölen kişilerin yedekleri olarak yaşamlarına devam ediyor.

 

Alpeis, karakterlerle özdeşlemeyi imkânsız kılıyor, katarsis duygusuna sırtını hiç bir şekilde yaslamadan alışılageldik kalıpların dışındaki senaryosuyla içerisinde barındırdığı tüm olgulara izleyiciyi yabancılaştırıyor. Brechtyen bir duruşla seyircinin yapmasını istediği tüm sorgulamaları en sert biçimiyle yapabiliyor.

 

Lanthimos, filminde Alpler ekibine aynı vücutla başka insanlar olabilmenin verdiği hazzı yaşatırken, bunun karşılığında bir gelir elde ettirerek, yaptıkları işin bir amme hizmeti olmadığını vurguluyor. Alpler, yakınlarını kaybeden insanların yaşadığı acıyı hafifletme görevini ulvî bir amaç hâline getiriyor.  Her ekip üyesi ikame ettiği kişinin söylemesi gerekeni söylemek, yapması gerekeni yapmakla yükümlü ve bu konuda hataya yer yok. Çünkü Alpler sizin için var ve “Son geldiğinde Alpler çok yakınızda demektir.”

 

45 YILLIK BİR ÖNCÜL: “SECONDS”

Giorgos Lanthimos’un algıya eklediği ezber bozucu hikâyeler ve zamandan bağımsız olarak asılı duran anların özgünlüğü tartışılmaz. Lâkin bu, filmlerinin değerini eksiltmemekle birlikte Lanthimos ve Alpeis’in gökten inmediği de açık. Şimdi arkamıza yaslanıp biraz geriye gidelim. Neden böyle filmler çektiğini, beyninin işleyişini çözebilmek için bilinçaltına ve çocukluğuna inelim diyeceğiz ama ortada daha Lanthimos yok! Yıl 1966. Lewis John Carlino, David Ely tarafından yazılan Seconds adlı romanı senaryolaştırıyor. Frankenheimer yönetmenliğinde, Rock Hudson’ın kariyerinin unutulmaz performanslarından birini sergilediği, McCarthy avının kurbanlarından John Randolph’un önemli bir rolle Hollywood’a döndüğü, kelimenin tam anlamıyla kült bir yapım ortaya çıkıyor: Seconds. Alpeis’deki aynı bedende başka birinin yerine geçerek başka bir hayatı yaşama fikri, Seconds’da yerini o ona kadar kullandığınız bedeniniz ve manevî karşılıklarınızdan yeni bir benlik yaratma fikrine bırakıyor. Film, Hollywood’un tipik beklentileri göz önüne alındığında çuvallıyor ama başka bir sonuç beklemek zaten hayalciliğin ötesine geçmek demek. Çünkü bilim  kurgu ve gerilimin bir nevi kırması olan Seconds, 1966 yapımı bir Hollywood filmi olarak, günümüzde yenilikçi ve tuhaf olarak nitelendirilen Alpeis’in gezdiği sularda daha o yıllarda geziyor. 

 

Arthur Hamilton başarılı bir bankacı. Fakat son zamanlarda zaten memnun olmadığı hayatı yerle bir olmuş durumda; ölen eski arkadaşı Charlie tarafından telefonla rahatsız ediliyor. Charlie’nin amacı Arthur’u bir adrese göndermek. Arthur belki de kendisine her gün defalarca tekrar ettiği bir şeyi bu kez Charlie’den duyuyor: “Kaybedecek neyin var? “

 

Ellili yaşların ortalarında, kendini işine adamış ve hayatı için belirlenen tüm başarı kriterlerine ulaşmış biri olan Arthur, tüm bunlara rağmen büyük bir sessizliğe gömülmüş. Evlilikleri ise tam anlamıyla buz kesmiş. Eşi Emily ile uzun zamandır bir cinsel hayatları olmadığı açık, ayrı yataklarda yatıyorlar. Arthur kendi hayatına yabancı biri, eşinin daha sonra söyleyeceği gibi; kendi evinde bir misafir. O; yabancılaşma, hayal kırıklığı, her anlamda iktidarsızlık ve içe kapanmanın ayaklı bir örneği.

 

Charlie’nin isteğini merakına yenik düşerek gerçekleştiren Arthur, türlü tuhaf mekânlardan geçerek bir şirkete ulaşıyor. İkram edilen çay ve sandviçin onu uyutacağından habersiz. Rüyasında ise tanımadığı bir kadına tecavüz eden Arthur’un ta kendisi. Az sonra bunun ona uzatılan sözleşmeyi imzalaması için ayarlanmış gerçek bir şantaj olduğunu öğrenecek. Bulunduğu şirketin bir çıkışı yok. Birbirine benzeyen insanların sessizce beklediği, insan çiftliğini andıran bir oda mevcut. Ve artık ona Wilson deniyor. Konuştuğu şirket yetkilisi Ruby ona çılgın bir teklif götürüyor: 30 bin dolar karşılığında istediği biçimde bir ölüm seçecek ve tüm tanıdıklarını kendisinin o yolla öldüğüne inandıracağı bir düzen kurulacak. Başka bir kadavranın tüm kimlik bilgileri ve DNA’sı yok edilip onun vücudundan alınacak parçalar bir düzine estetik ameliyatla Arthur’a nakledilerek ortaya yeni bir insan çıkarılacak. Üstelik istediği mesleğin zirvesinde olacağı bir kariyer, saygın bir statü ve imaj yaratılacak. Tavşanı takip etmek isterken deliğe düşen Arthur, şaşkın bir hâlde öyle bir şansı varmış gibi, hangi seçimi yapacağını düşünürken, onlarca insanın onun için en iyisi olduğunu düşündüğü kararlara boyun eğmek zorunda. Yine de, yeni bir hayat fikri aklını başından almıyor değil.

 

Hatalarla dolu ve geriye alınamayan geçmiş, yıpranmış ilişkiler, toplumun tüm baskıları ve beklentilerinden sıyrılıp emek harcamadan saygı duyulan biri hâline gelebileceğimize göre, hadi yeniden başlayıp her şeyi doğru yapalım!

 

KABUĞUN İÇİNİ DOLDURMAK

Lacan, Mirror Stage  teorisinde kendini aynada ilk kez gören bebeğin varlığına ilk bu anda bir değer ithaf ettiğini vurgular. Ancak bebek kendini aynada görünenle özdeşleştirdiği için, olan ve görünen arasındaki çelişki ve yanılsama ilk olarak burada başlar. Arthur’un durumu bir bebeğin yaşayabileceğinden daha trajik: Sargılar çıkarıldığında aynaya bakan Arthur, karşısında Wilson’ı görerek yabancılaşma kavramına başka bir boyut kazandırıyor. Sedyede yüzü maskeli ve ses telleri alınmış hâldeyken konuşmaya çalıştığı sahne ise filmin unutulmaz anlarından biri.

 

Estetik operasyonlar tamamlandıktan sonra yakışıklı, genç ve başarılı ressam Wilson’a dönüşen Arthur, artık statü sahibi biri. Sahilde tanıştığı Nora Marcus’tan hoşlanıyor ve onun yardımıyla kabuğundan sıyrılmayı kısa bir süre de olsa başarıyor. Bir partide şarap dolu bir kazanda, çıplak ve sevişmek üzere olan onlarca insanla dans ederken buluyor kendini. Yine de sıyrıldığı kabuk bile kendisinin değil. Wilson’ın varlığı içi boş bir kabuktan ibaret...

 

Film ilerledikçe söz konusu şirketin Arthur’un başlarda adresi bulmaya çalışırken yönlendirildiği et paketleme fabrikasından pek de farklı olmadığını anlasanız da, Wilson’ın bu yeni hayatı olması gerektiği gibi yaşayıp yaşayamayacağını merak ediyorsunuz ki, film sorularını bu noktada sormaya başlıyor: Yeniden yaratılması gereken insanlar değil, hayat mı? Bugün bambaşka biri olarak yeniden başlasak, aynı hataları yapıp aynı sorunlu kişiliklere sahip olur muyuz? Bu durum insanoğlunun elinde sürekli olarak yanlış evrilen hayatın bir yan etkisi mi?

 

Yabancılaşma, yeni bir hayata başlama isteği, başkalaşım gibi son yılların popüler konularını o zamana dek olmadığı kadar başarılı bir şekilde ele alan Seconds, ikinci el bir hayatın neler doğurabileceği üstüne gizemli ve karanlık bir öykü sunuyor. Bir star yaratmak için sesi kalınlaştırılan, adı değiştirilen, dişleri yaptırılan, eşcinsel kimliği saklanan ve çeşitli yetenek eğitimleri verilerek bir rol model hâline getirilen Rock Hudson’ın Wilson rolünü oynaması ise ayrıca mânidar.

 

Son olarak filmin, derin paranoya hissiyle başlayan açılış sekansından finaline kadar birçok yenilikçi çekim tekniği barındırdığını ekleyelim. Görüntü yönetmeni James Wong Howe, stilize planlarıyla filmin her karesinde imzasını hissettiriyor. Secondsda balıkgözü objektif, deformasyon, görüntü atlaması ve tekrarı gibi tehlikeli yöntemleri başarıyla kullanan Frankenheimer’in, bu garip ve rahatsız edici atmosferi yaratması yönetmenlik becerisini gösterir nitelikte.

 

Yabancılaşma olgusunun son yıllarda artarak sinema gündemini meşgul etmesi bir yana, sinema tarihi boyunca birçok filmin temel hareket noktalarından biri olduğunu göz ardı etmemek gerek. Lanthimos, bu olguyu günümüzün popüler örneklerinden Alpeis’de kendine özgü yöntemlerle ve başarıyla ele alırken, 1966 yapımı Seconds’da benzer kavramlara rastlamak, yabancılaşmanın sinemada her daim yer alacağını düşündürüyor. Buna ek olarak Lanthimos ve Frankenheimer’in bencillik, varoluş sorunu ve başkalaşım gibi konular etrafında gezinmesinin de etkisiyle iki film de birbirine güçlü birer dayanak ve referans olmaya devam edecek. Arthur ve Charlie’nin gençken kazandığı tenis kupasının altında yazan ve her şeyi başlatan yazıyı, belki de sinema var oldukça tekrarlayacaklar: “ Fidelis Eternis ”*

*Latince: Sonsuza dek beraberiz.

 

 

Bu yazı Fil’m Hafızası tarafından hazırlanmıştır.