Bantmag

AİLE NEDİR? ANNE, BABA VE ÇOCUKLAR MI? YOKSA BAZEN EN YAKIN ARKADAŞ DA MI, TEK BAŞINA KOCAMAN BİR AİLEDİR? BAZEN AİLENİZ, İZLEDİĞİNİZ FİLMLERDİR BELKİ? O FİLMLERDEKİ AİLELERDİR GERÇEK AİLENİZ? BÖYLE BİR ŞEY MÜMKÜN OLABİLİR Mİ? BİR DÜŞÜNELİM...

 

Eğer çok yakın bir arkadaşınız hastaneye kaldırılırsa ve özellikle acil ya da yoğun bakım gibi bölüm ve ünitelerin kapısının önünde doktorun yapacağı açıklamayı bekliyorsanız, biraz sonra yalan söylemek zorunda kalma olasılığınız bir hayli yüksek, çünkü en yakın arkadaşınızla ilgilenen doktor için siz, arkadaşınızın ailesinden değilsiniz. Yalnızca aile üyelerine verilen bilgiler var ve siz bu bilgileri almak için uygun değilsiniz. Ya kuzeniyim, kardeşiyim filan diyeceksiniz ya da içerideki, belki de en yakınınızın sağlık durumuyla ilgili detaylı bilgi alamayacaksınız...

 

Eğer siz doğurmadıysanız, yasalar karşısında, annesi olduğunuz çocuğun gerçekten annesi sayılmıyorsunuz ya da. Hayatı boyunca en yakını olmanız, yasalar karşısında bir yabancı olduğunuz gerçeğini değiştirmiyor. İlk kez gördüğünüz bir adam, yargıç cübbesi giydiği için, sizin hayatınız hakkındaki en önemli kararlardan birini sizin yerinize verip, yine hiç görmediğiniz bir kadına, onun da doğurduktan sonra bir daha görmediği çocuğunu, yani sizin çocuğunuzu teslim edebiliyor.

 

Eğer göğüsleriniz ergenlik dönemi ve sonrasında belirginleşip dolgunlaşıyorsa, ağbi ya da amca dediğiniz, yani aranızda güvene dayalı izafî bir akrabalık bağı kurduğunuz bir adam sizi taciz ya da istismar etmekte bir beis görmeyebiliyor. O kişi sizin ağbiniz ya da amcanız ama belli ki o sizi kardeşi ya da yeğeni gibi görmüyor. Bazen yalnız bir çift memenizin olması, biyolojik açıdan akrabanızın gözünü döndürmeye ve sizinle akrabalık bağlarını ilerletmeyi istemesine neden olabiliyor.

 

Bütün bu örnek durumlar aile kavramının günlük hayatta ne kadar net ama aslında ne kadar muğlak olduğunun kanıtı niteliğinde. Toplumsal değer addedilenler sizin yerinize konuşup neyin ne olduğunu söylüyor. Hisleriniz ya da hayatınızın özelinde olup bitenler sistemi bağlamıyor... Peki o zaman bir saniye, benim kafam karışıyor... Aile nedir? Anne, baba ve çocuklar mı? Yoksa bazen en yakın arkadaş da mı, tek başına kocaman bir aile? Durum oldukça karışık ve içinden çıkmak zor gördüğünüz gibi...

 

Gelin şimdi beyazperdede karşımıza çıkan aileleri hatırlayıp onların bu işin içinden nasıl çıkmaya çalıştıklarına bakalım...

 

 

Home For Holidays (1995): Jodie Foster'ın kamera arkasındaki hünerlerini gözler önüne serdiği bu ikinci yönetmenlik denemesi, Şükran Günü için, her biri birbirinden bela aile üyeleri ve yakın akrabalarıyla bir araya gelmek durumunda kalan 40'lı yaşlarındaki Claudia Larson'ın hikâyesini anlatıyor. Filmin, her biri kendi minik hikâyelerini de yanında taşıyan karakterlerinden hiçbiri ailenizin bir üyesi olsun istemezsiniz muhtemelen ama Geraldine Chaplin'in canlandırdığı Glady gibi çatlak bir teyzeniz olsa, fena olmazdı belki de?

 

Capturing the Friedmans (2003): Orta sınıfa mensup sıradan bir Yahudi ailesi, şok bir iddianın ortaya atılmasıyla sarsılır: ailenin babası, kurs verdiği çocuk ve gençleri taciz etmektedir ve ailenin büyük oğlu da bu suça destek vermektedir... 2003 yapımı bu belgesel, yaklaşık iki saatlik süresi boyunca bu suçun doğruluğunu ve gerçekliğini, bir öyle bir böyle konuşan aile mensupları, tanıklar ve resmî belgeler üzerinden inceleyip, seyircisini muğlak ifade ve yorumlarla karşı karşıya getiriyor. Güvensiz, tekinsiz, muhtemelen yalancı ya da sırlarla dolu bir ailede var olamam derseniz, bu aileden uzak durun.

 

Muriel's Wedding (1994): Tek kelimeyle berbat bir baba, pasif bir anne, hiçbir işe yaramayan kardeşler, kendini sürekli aşağılık hissettiren, kokuşmuş bir arkadaş çevresi ve doğduğun günden beri üzerinde hissettiğin berbat bir mahalle baskısı... Tüm bunları bir kenara bırakıp yepyeni bir hayata başlayan ama geçmişiyle sık sık yüzleşmek durumunda kalan sarsak ve aşırı güvensiz Muriel'ın yerinde olsak, onun kadar güçlü ve dirayetli olabilir miydik, kestirmek zor ama o rezil ailenin bir üyesi olsaydık, muhtemelen Muriel gibi pılımızı pırtımızı toplayıp ortadan kaybolmayı seçebilirdik.

 

Nobody Knows (2004): Bazen pek çokları kadar şanslı değilsinizdir ve başınızdaki tek yetişkin olan anneniz de sizi terk edip gider. Kardeşlerinizle ortada yapayalnız kalakalırsınız. 12 yaşındaki Akira, üç kardeşine bakmak için canını dişine takıp mücadele etmeye başlamasa, bu filmdeki çocukların hâli nice olurdu acaba? Güney Kore sinemasından bu etkileyici ve yürek burkan ayakta kalma hikâyesini izlerken, aile kavramını henüz bebek denecek yaşlarda sorgulamak zorunda bırakılmış yalnız çocukların yanında olmak ve onlara kol kanat germek istiyor insan.

 

Cat on A Hot Tin Roof (1958): Babanızla, uzun yıllardır bir dargın, bir barışık süren ilişkinizin sonu gelmek üzere. Zira sert mizaçlı ve kocaman bir servet sahibi babanız kanser ve ölüyor. Karınızla ilişkiniz yolunda gitmiyor ve tüm aile üyeleriniz babanızın mirası üzerinde birer akbaba gibi gezinmenin derdine düşmüş bile. Üstelik siz de bir zamanların gözde futbolcusu ama şu sıralar uslanmaz bir alkoliksiniz. Paul Newman'ın canlandırdığı Brick Pollitt için işler hiç de yolunda gitmiyor. Açıkçası bu ailenin durumu da pek parlak değil. En iyi başka bir örneğe geçelim.

 

Once Upon A Time in the Midlands (2002): Tam hafif sarsak ama işinizi gören, çocuğunuza babalık yapmayı kabul eden bir sevgili bulmuş, üçkağıtçı ve işe yaramaz eski kocanızdan tamamen kurtulduğunuzu düşünürken, birden hayatınızın orta yerinde yeniden bittiğini düşünün. Muhtemelen bu filmdeki Shirley Henderson kadar sinirlenirsiniz ve muhtemelen eliniz ayağınız birbirine dolaşır. Peki eski kocanıza yeniden güvenmeyi seçer misiniz? Kararınız ne olursa olsun bu içkici ve şenlikli ailenin bir parçası olmayı istiyor sanki insan, ne kadar işlevsiz olursa olsun...

 

The Ice Storm (1997): Ang Lee, Uzakdoğu'dan gelip Amerikan aile değerlerini zart diye sorgulayıp, zırt diye tespitlerini sıralayıp, fırt diye düğümü atıp uzaklaşıyor. Siz de 1970'ler banliyösünde, içlerinde fırtınalar kopan aile ilişkilerinin ortasında savunmasız şekilde buluveriyorsunuz kendinizi. Döneminde fırtınalar estirmiş ve bugün bakıldığında hâlâ taş gibi görünen bu orta sınıf draması, her şeyin yolunda göründüğü mahallelerde yaşayan insanların nasıl da kontrolden çıkmış bir hâlde olduğunu ve bastırdığı alternatif varoluşları gözler önüne seriyor. Bu semtten bize aile çıkmaz...

 

Neşeli Günler (1978): Turşu suyu en iyi limonla mı olur, sirkeyle mi? Turşu suyu en iyi neyle olur biz de karar vermekte güçlük çekiyoruz ama bu soru karşısında yaşanan çatışma bir aile yıkmaya değer miydi acaba? Bu sorunun cevabını 30 yıldan fazla zamandır, televizyonda her karşımıza çıktığında kahkahalar ve gözyaşlarıyla izlediğimiz bir filmde arıyoruz aslında. Annen Adile Naşit, baban Münir Özkul, amcan Şener Şen olsa, bu hayatta hiçbir şey insanın canını yeterince acıtmaz muhtemelen. İçinde dargın ya da kırgın zaman aralıkları barındırsa da ideal aile konusunda oldukça parlak bir aday bu aile. En azından hiçbirimizin amcası, Ziya kadar tatlı bir üçkağıtçı değil muhtemelen.

 

The Squid and the Whale (2005): Biri disfonksiyonel aile mi dedi? Alın size Berkmanlar! Bencil bir akademisyen olan baba ve aileden çoktan vazgeçip boşanma kararı almış anne ile “Hey You!”yu kendi parçası diye kakalayacak kadar çaresiz bir ağbi ve babasının öğrencisine âşık, 31'ci bir erkek kardeş var elimizde. Gel de bu aileye sahip çık. Noah Baumbach'ın kendi zavallı geçmişinden izler taşıyan bu ilk filmi için, Amerikan bağımsız sinemasının etkili bir örneği olduğu söylenebilir ama bizler için ideal bir aile örneği oluşturduğunu söylemek güç.

 

Long Day's Journey Into Night (1962): Herkes Sidney Lumet'nin ilk filmi 12 Angry Men sonrası nasıl bir işle karşımıza çıkacağını merak ederken O, bizi Tyrone ailesinin ıstıraplı dünyasında sağa sola savurmayı seçti. Toparlanmaya çalışırken iyice umutsuzlaşan bir ailenin, sürekli titreyen, hap bağımlısı annesi, eski parlak günleri geride kalmış aktör babası ve bir baltaya sap olamamış evlatları arasında, bir çıkış noktası ve ışık aradığımız bu ödül avcısı siyah beyaz histeri savaşı, epik süresi ve güçlü oyunculuklarıyla, en azından olgunluk dönemimizde aile ilişkilerimizin ne yöne sapmaması gerektiğine işaret ediyor.

 

 

DİĞER AİLELER

 

Pieces of April (2003): Uzun zamandır görmediği aile üyeleri için akşam yemeği hazırlama mücadelesi veren April annesinin kanser olduğu haberini alırken, yanında olmak istiyor insan.

 

Hannah and Her Sisters (1986): İki Şükran Günü arasında kız kardeşler ve onların eşleri arasında işler ancak bu kadar karışabilir! Bu ailede ilişkiler biraz gergin ve ortalığı ağır bir mizah basmış.

 

Running with Scissors (2006): Bir ailede hiçbir şey mi yolunda gitmez! Ne kadar yanlış ve faydasız insan varsa, soyadı Burroughs! Canını seven kaçsın!

 

Kasaba (1997): Nuri Bilge Ceylan'ın küçük bir kasabada yaşayan, yarı kurmaca yarı gerçek ailesi ne kadar ilginizi çeker bilemiyoruz ama o kusursuz siyah beyaz sinematografinin içinde yaşamayı kim istemez ki?

 

The Royal Tenenbaums (2001): Her biri birer dâhi olan dünyanın en umutsuz karakterleri aynı çatı altında sinir ve mutsuzlukla baş etmeye çalışıyor. Kırmızı eşofmanları çıkarın, taşınıyoruz!

 

The Addams Family (1991): Beyazperdede gotik diye bir şey varsa, tekabül ettiği birkaç örnekten biri, kesinlikle bu tüyler ürpertici aile üyeleri. Aslında çığlık atmayı bırakıp, anlamaya çalışınca sevebileceğiniz bir aile.

 

Little Miss Sunshine (2006): Bu şirinlik muskası filmden, her biri birbirinden cazip aile üyelerini çıkarıp atın. Geriye kalan şu arızalı sarı minibüs için bile bu aileyle kaynaşmak lazım!