Bantmag

TÜRKÇE KELİMELER İLE BAĞI EN KUVVETLİ OLANLARDANDIR SEMA KAYGUSUZ. ESİR SÖZLER KUYUSU’NDAN YERE DÜŞEN DUALAR’A VE ORADAN BUGÜNE, YENİ KİTABI KARADUYGUN İLE KARŞIMIZDA.

 

Zamanında basılmış, Tezer Özlü’nün Leyla Erbil’e mektupları vardı. Ya da İsmail Pelit’in kitapları. İki yazarın bir dünya ardalanan satırlara sığdığı bildiğimiz en popüler olanları, anahtar deliğinden gözetlenen iki dünya. Ve şimdi Sema Kaygusuz, Şair Birhan Keskin’i anlattığı yeni kitabı Karaduygun ile günümüzde edebiyat ve yazmak ile kurulan bağın zamana nasıl ait olabileceği hakkında ufak ipuçları da sunuyor…

 

Öncelikle yazın hayatınızın başlangıcına gelmek istiyorum. Varlık Dergisi’nden aldığınız ödül, sevmediğiniz bir akrabanız gibi duran Ortadan Yarısından ve şimdi Karaduygun

Edebiyat serüvenim “resmî” olarak 1994 Varlık Ödülü ile başladı. O günden beri yazdıklarımı yayınlıyorum. Üstünden 18 yıl geçmiş. Şimdi onca yılı anlatması da dinlemesi de sıkıcı olacak, o yüzden anlatmaktan zevk aldığım yerlerini anlatayım. İlk kitabım Ortadan Yarısından’ı, yayınlandıktan birkaç yıl sonra okuduğumda hiç tat almadım. İçinden sevdiğim öyküleri ayırdım, vaktiyle yazıp da yayımlamadığım ilk gençlik öykülerimi bir araya getirip kendime yeni bir başlangıç yarattım. Adı da Esir Sözler Kuyusu oldu. Elbette ilk kitap olarak epey gecikmiş bir kitap oldu. Benim asıl çıkış kitabım ise Sandık Lekesi’dir. O kitap hakkında güzel yazılar çıktı, edebiyat ödülü aldı. Ama bu sefer de Sandık Lekesi’ne sinir olmaya başladım. Edebiyat çevresi beni Sandık Lekesi’yle işaretliyordu. Sandık Lekesi aşağı, Sandık Lekesi yukarı... Kelimenin tam anlamıyla üstüme yapıştı kitap. Geri çıkartmak için başka yazılar yazdım, romanlar, gezi yazıları, sinema senaryosu, anlatılar, denemeler... Olaylar böyle gelişti.

 

Yere Düşen Dualar’a dek “öykücü” iken, sonrasında “romancı” oldunuz. İkisinin üretim sürecinde nasıl farklılıklar var?

Bir yazar, canı çekiyorsa, gücü yetiyorsa, üretebiliyorsa aynı zamanda romancı, öykücü, şair, denemeci, tiyatro yazarı, senarist ve ayrıca dilerse köşe yazarı, ödül jüri üyesi vb. başka bir sürü şey olabilir. Öykücülük ve romancılık öyle kaskatı zihinsel yapılar değil ki tıptaki uzmanlıklar gibi birbirinden ayıralım. Niyeyse öykünün “cü”süyle, romanın “cı”sı uyruk gibi algılanıyor. Oysa türler bazı yazarlar için mesele bile değildir. “Ben Ruhi Bey Nasılım” için bir başına şiir diyebilir miyiz, ya da lirik düzyazı, öykü? Hepsi ve hiçbiri olabilir aynı anda. Yalnız şunu özellikle ekleyeyim, öykü ve romanın kristalize bir yapı olarak algılanmasına kişisel olarak benim hiçbir itirazım yok. Benim derdim yazarı paketlemek. Elbette ki romanla öykü birbirinden apayrı iki disiplin... Ama yazarlar bu disiplinlerin boyunduruğunda değildirler. Daha açıklayıcı olmaya çalışayım: Sözgelimi, öykünün insanları “kişi”lerdir. Bu “kişi” dediğimiz varlık yazının içinde bazen öyle muğlak olur ki bütün kişilik özellikleri o muğlaklığın içinde parlamaya başlar. Romanda ise “karakter”ler gezinir. Biz okurlar onu ciğerine kadar tanırız, gelin görün ki bir süre sonra, o tanıdığımız karakter, tekinsiz bir özdeşim figürüne dönüşüverir. Roman geniş zamanlara yayılır, öykü zamanı büker... Ve daha bir sürü temel farklılıklar var. Öte yandan, bu ayrımlar öykünün veya romanın dayattığı kurallardan ötürü oluşmaz, bunlar gözün yasalarıdır. Daha doğrusu görme biçimlerimizin. Bir an gelir şiiri tastamam görürsünüz, gördüğünüz şeyin şiir olduğunu bilmeden görürsünüz.  Yolda yürürken bir kadın tökezler, yanındaki yabancı adam ne yapacağını bilemez, tutsa mı tutmasa mı çekinir... O zaman öyküyü görürsünüz. Böyle gündelik bir bakışın içinde peyda olurlar yani. Edebiyat öyle gözlük gibi takılıp çıkartılan bir şey değil, aksine gözün ta kendisidir.

 

Ardından yurtdışındaki başarılarınız geldi. Bir yazarın yabancı ülkelerde kendini kabul ettirmesinin önündeki engelleri nasıl değerlendirirsiniz?

Bir sürü engel var, haklısınız. Ama o engelleri tanırsanız, onlara itaat ederseniz, bu yaklaşımları, bu sinir bozucu üçüncü dünya algısını siz de kabul ederseniz, evet, var. Eğer kayıtsız kalırsanız hiçbiri yok. Ben kendimi bir yazar olarak edebiyatın doğal akışına bıraktım. Biri kitabınızı okur, ötekine tavsiye eder, o da okur, meğerse o ikinci kişi çok etkin bir editörmüş, o editör çok güvendiği bir yayınevine tavsiye eder... Kitap böylece edebiyatçıların arasında dolaşmaya başlar ve okura sunulur. Edebiyatın bu değişmez içsel dinamiğine güveniyorum hâlâ. Çok yavaştır olsa da gayet sağlam ilerler.

 

Sözcükler, imgeler ve insanlar arasında kurduğunuz bağ geçen yıllarda sizin sesiniz oldu. Özellikle son kitabınızdan “karaduygun” adı, “melankoli” sözcüğü ve Yere Düşen Dualar’da “üzüm” ve “altın” imgeleri ve yine son kitabınızdaki “bal”, Doyma Noktası’nda İpek’in “böcek”leri…

Yazarken her şeyin kendisi olmaya can atıyorum. Yazının olmadığı yerlerde bile olmak istiyorum, öyle bir iştah benimki. Her yeri dil ile ikame etme şehveti. Başka da nasıl açıklarım, bilemiyorum. Daha somut olmak için... Diyelim ki köpekler uluyor, uluma ürperticidir, kendi atmosferini kurar. Biz işiten olarak tek bir yerdeyizdir, ulumanın içinde. Oysa uluyan köpeğin nedeni, yas, çağrı ya da yalnızlık, her neyse hâlâ dilsizdir, ay ışığı da hâlâ dilsizdir. Bir insan ancak dille onların yerine geçebilir. İlla yazılı bir dil olması gerekmiyor, Van Gogh güneş ışığını kendi özüyle birleştirmek için yüz üstü uzanarak bakıyordu ayçiçekleriyle güneşe. Çiçekle eşzamanlı oluyordu. Ve kendi güneş duygusunu keşfediyordu. Resmini çizeceği ışığı yaratıyordu. Benim âlemimde, böyle bir kalkışmadır yazmak...

 

Karaduygun’u okurken aklıma, Badiou’nün, “Felsefe ve Edebiyat günümüzde nefret, isyan ve evrensellik arasında sözün içinde saklıdır” lafını geldi. Karaduygun’da bu açıdan söz ile işlenmiş bir öykü kitabı formatında sanki. Mesela “Adak” öyküsünde Helin ile Bora’nın  arasındaki diyalogun çizgileri, duruşları, ayrıntıları ve hayatları…

Nefret, isyan ve evrensellik... Birkaç yıl önce bu cümlenin tümüne seve seve katılırdım. Ama “evrensellik” vurgusuna itiraz ediyorum artık. Bu evrensellik dediğimiz, insan merkezli bir zihniyetin tezahürü olabilir mi acaba diye çok zamandır aklımda. Tek bir evren, evrende tek bir dünya varmış tasavvurundan yola çıkarak oluşmuş bir ağız alışkanlığı sanki. Dünyasal desek... O da dünyeviliğe denk düşüyor. Küresel desek, o da kirli bir sözcük. Amacımız dünyadaki her şeyi ilgilendiren dünyayı kaplayan ya da dünyanın her yerinde olagelen benzeşliklere işaret etmekse, benzeş olan her şeyin biricikliğini gözden kaçırmış oluyoruz. Evrensellik yerine özerklik sözcüğü desek daha yerli yerinde olmaz mı? Benzeşlikle eşsizliği aynı anda içerebiliyor özerklik. Bana kalırsa, Bora ile Helin’i bütün dünyalı ve aynı zamanda buralı yapan şey, özerk olmaları. Hem Yunanlılar gibi sırayla gerçek soru ve gerçek yanıt üretiyorlar hem Doğulu birer kadın ve erkek olarak mesafeyi ayarlayabilmek için hızla abla kardeş formatına geçiyorlar. Birer göçmen olarak isyanda ve hayal kırıklığında birleşip nefrette ve reddedişte ayrışıyorlar.

 

Ve siz de galiba Barthes’dan etkilenmiş olacaksınız ki bu evrensel ve modern yazın çizgisinde geçen kitapta “yazının ve yazarın sıfır noktası”na değinmeden geçmemişsiniz. Örneğin “bizi kimse dürtmemeli Birhan kendiliğimizden uyanmalıyız” derken sanki bir yandan müezzinin beş hoparlörden yüksek sesle okuduğu ezana içerlemiş bir hâl söz konusu. Tam da tasvir ettiğiniz Berlin atmosferi gibi. Ama bir yandan da içinde bulunduğunuz durumda duyduğunuz özlem vardı İstanbul’un kaotik ortamına.

Barthes’ın yıllar önce Türkçedeki tüm kitaplarını okumuş, dili semiyolojik düzeyde yazardan ayırıp okura emanet eden tutumundan büyülenmiştim. Yazarın, kapalı anısının biçem olduğunu söyleyen de oydu. Şimdi sizin sayenizde bir bir anımsıyorum. Etki değil de tesir diyelim isterseniz. Tesir daha derinden bir temas çünkü. İşaret ettiğiniz seslere gelince, Barthes’ın eşliğinde şöyle diyebilirim: Normalde, Karaduygun’un kahramanı Birhan’ı bıraksalar, yeryüzünün Do sesindeki frekansını duymaya hazır; bu sükûnete, bu küçülüşe hattâ hiçliğe razıdır. Ne var ki o gürültüler, uğultular, inlemeler, cayırtılar, onu bir “kimse” yapıyor. İnsandan beri ve insandan öte “bir kimse” yapıyor. Karaduygun’un aslında bütün meselesi, dünyanın tinini dinlemeye hazır bu kimsenin duyduklarıyla sınırlanmışlığıdır.

 

2007 yılında Pandoranın Kutusu’nda Yeşim Ustaoğlu ile beraber çalışmıştınız. İlerisi için sinemaya dair yapmak istediğiniz birşeyler var mı?  Hattâ sinema demişken, yakınlarda izlediğiniz ve sevdiğiniz filmler hangileriydi?

Ta yirmi yaşımdan beri aklımın bir köşesinde günden güne büyüyen, karalanan, silinen, tekrar yazılan bir sinema senaryom var. Bakalım, becerebilirsem yazıp ortaya çıkartmayı çok istiyorum. Son zamanlarda izlediklerimin arasında içime yer eden iki film var. Biri Marcel Carné’nin filmi Cennetin Çocukları (Les Enfants Du Paradis). Jean-Louis Barrault’nun gövdesiyle yarattığı o muazzam şarkı nedir öyle, o duyulmayan müzik... Bir de Asghar Ferhadi’nin Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin) filmini çok sevdim. İnsan adaletinin imkânsızlığını anlatan çok çarpıcı bir hikâyeydi. İnce ince işlenmiş bir filmdi.

 

Ve “En uykusuz” Birhan Keskin’e gelince.  Kısa bir sürede şairane Karaduygun’un da ortaya çıkması bundaki Birhan Keskin etkisi. Kapağıyla, barkodu ve bandrolüyle kitap bitip elinize aldığınızda Birhan Keskin olsanız ne hissederdiniz? Bu sefer kitaptan ne ses gelirdi? 

Birhan’ın ne hissettiğini tam olarak kestirmem çok güç. Ama bir insanın kendi imgesinin başkası tarafından tasarlanmış olması, herhalde hem zevkli hem de yadırgatıcı olmuştur. Karaduygun üzerine konuşurken ondan bana yansıyan ton böyle bir şeydi... Ben kendimi bir yazara böyle emanet edebilir miydim emin değilim. Dolayısıyla Birhan’ın kendi imgesini bana emanet etmesini, bana güven duymasını dünyadaki hiçbir şeyle değişemem.

 

Son olarak “Ape Musa”… Bu öyküyü yazmak aklınıza nerden geldi?

Öldürüldüğü için. Öldürülmenin böylesi normalleştiği bir ülkede, pusuya düşmenin korkunçluğunu anımsatmak için yazdım. Aklıma gelmedi. Benim hiç aklıma gelmez zaten. Burnumun direği sızlar, çarpıntım artar, kalbim ağrır, içime düşer, yazacağım her neyse bütün bunlardan sonra aklıma yürür. Musa Anter iki kere öldürülmüş bir adamdır. Hatırlarsanız o yardım etmek istediği genç bir adam tarafından öldürüldü. O pusuda elini uzattığı biri tarafından katledildi. Hem kendisini öldürdüler, hem de geriye bırakacağı bütün hüsnüniyetleri...