Bantmag

JIRO DREAMS OF SUSHI BELGESELİNİ İZLEMEK ÜZERE NEW YORK'TAKİ FAVORİ SİNEMALARIMIZDAN IFC'YE ERKENDEN GELDİK. SİNEMANIN ÖNÜNDE TAM VAKTİNDE BULUŞTUK VE KENDİMİZLE GURUR DUYARAK İÇERİ GİRDİK.

 

Biletimizi verip, kapıyı açtığımız anda da bu gururumuz kırıldı. Bir hayli uzun bir sıraya girmek zorunda kaldık. Anlaşılan o ki, diğerleri de bizim gibi düşünmüş ve akşamüstü seansına bilet almış. Herkesin aklındaki plan, filmden çıktığı anda kendini bir sushi restoranına atmak. Film biraz bahane gibi aslında. Biz de zaten yeterince acıkmış olarak giriyoruz salona. Gördüğümüz posterlerden, filmden karelerden ve okuduğumuz eleştirilerden, genç yönetmen David Gelb'in dijital kamerasıyla çektiği, şıkır şıkır parlayan yakın plan sushi görüntülerinin, en azından midemiz için çok etkili olacağını biliyoruz. Ve hepimiz guruldayan karınlarla belgeseli izlemeye başlıyoruz.

 

Filmin kahramanı Jiro Ono'nun, 10 yaşından itibaren mükemmelleştirmeye çalıştığı bir becerisi var: Sushi Şefliği. Tokyo'da, bir metro durağındaki küçücük restoranı, 2008 yılında, her yüksek kalite restoranın peşinde olduğu Michelin listesine girmekle kalmıyor, bir de tam puan olan 3 yıldızı kapıyor. Çok fazla talep yüzünden altı ay önceden yer ayırtmak zorunda olduğunuz bu küçük, gösterişsiz mekânda yemek için de bir hayli yüksek paralar veriyorsunuz. Ama filmin ortalarında gördüğümüz, biraz önce tattıkları lezzetler yüzünden histerik kahkahalara boğulan sekiz müşteriden birisi olmak nasıl olurdu diye de hemen içimizden geçiriyoruz. Jiro, her bir parça sushiyi kendi eliyle hazırlıyor ve servis ediyor. Müşteri o parçayı yerken de karşısında tam gözünün içine bakarak bekliyor. İzmir'de, bir misafirlikte olsak ayıplayabileceğimiz bir davranış bizi bu durumda rahatsız etmemeli. Jiro'yu bir kültür çatışmasına sokup, “resmen lokmamızı sayıyor” diye düşünmüyoruz ve saygı duyuyoruz. Çünkü Jiro'nun yüzünde yediğimiz şeyden hoşlanmazsak her an harakiri yapabilecek bir ciddiyet hâkim. Evet. Bu sırada yakın plan wasabi görüyoruz ve ağızlarımız biraz daha sulanıyor. Saatlerimize bakıyoruz. Ve tüh. Daha henüz film başlayalı 20 dakika olmuş. Peki, devam ediyoruz.

 

85 yaşında olmasına rağmen hâlâ bütün işlerin başında olan Jiro'yu daha yakından tanıdıkça, bütün bu başarının nasıl kazanıldığını anlıyoruz. Tahmin edeceğimiz gibi takıntılı derecede çalışkan, titiz ve disiplinli birisi. Belgesel boyunca da fazla konuşmuyor. Zaten leziz gözüken sushi ve sashimilerin büyüsünden kendimizi bir an için kurtarınca, filmdeki olayların da fazla gelişmediğini fark ediyoruz. Açlığın da etkisiyle bu noktada kendimize bu film tam olarak neyle ilgili diye sorular soracakken, Jiro'nun oğullarını daha yakından tanımaya başlıyoruz ve her şey bir anda berraklaşıyor. Bu kadar işinde başarılı olan disiplinli bir babaya sahip olmak nasıl bir şey acaba? İşte bu evrensel soru filmin kalbine yerleşiyor.

 

Oğullardan en büyüğü Jiro'nun yanında restoranda ona yardım etmekte. Çoğu zaman kamera onu takip ediyor ve onunla konuşuyoruz. Geleneklere göre en büyük oğlanın babasının mesleğini devam ettirmesi gerekiyor. Bu yüzden küçükken araba yarışçısı olmak isteyen Yoshikazu, zaman içerisinde başarılı bir sushi şefi olmak için sert bir eğitimden geçmiş ve hâlâ da geçmekte. Böylelikle babasının dünyaca ünlü restoranını devralacak bir seviyeye gelmeye çalışıyor. Çocuklardan en genci Takashi ise kendi restoranını açmış, daha stressiz bir hayat sürüyor gibi gözüküyor.

 

Bütün bunlar 81 dakika boyunca izleyicilerin ilgisini çekecek bir malzeme çıkartmayacak gibi düşündürtse de, insanı film boyunca eksik kalmayan bir gülümseme hâli sarıyor. Gözümüzün önünden bir reklam şeridi gibi geçen dijital sushiler bizi tatlı hayallere sürüklerken, aynı zamanda bir insanın yaptığı işe mutlak bağlılığının güzel sonuçlarını görüyoruz. Kişisel bağlar ve güven üzerine kurulan anti-işletmeler ile ilgili düşüncelere dalıyoruz. Hattâ yer yer balık pazarındaki satıcıların şarkılarıyla ritim bile tutuyoruz. Jiro'nun rüyalarında bile geliştirmeye çalıştığı suhsilerini biz de düşlüyoruz.