Bantmag

BARBARA

Dünyanın bir duvarla ikiye bölündüğü o zamanlarda… Adı yok, cismi yok, duvarın gölgesinde soyut bir mekân dünya, soyut bir zaman. İlkel bir fantezi gibi… Bu soğuk gerçeklik, filmin gerçeküstü sınırında gezinen gerilimli atmosferinin temelini oluşturuyor. Bu temelin bir yardımcı unsuru da taşra ve sıkıntısı. Dönüşmekten çok uzakta ama görünmez dişlileriyle dönüştürücü bir güce sahip olan taşra Barbara için ikinci/içkin bir mahkûmiyet. Bu çıkışsız bulunuşta Barbara tüm soğukkanlılığı, taviz vermez hâli, mesafesi ve kibri ile kendini korumaya ve belli ki buradan bir şekilde kurtulmaya çalışıyor. Az önce saydığım sıfatlardan anlamışsınızdır ama ben adını koymuş olayım yine de, Barbara bir doktor. Doktor olması önemli, çünkü film çatışmasını hasta-doktor ilişkileri üzerinden kuruyor. Görevlendirildiği hastanede çalışan bir başka doktor Andrea’nın kendisine olan ilgisi, bunun yanında her ikisinin de özel bir bağ kurduğu iki genç hasta ile film farklı kurtuluş ya da kabullenişleri şık ve resimsel karelerle anlatıyor… Barbara sadeliğiyle çarpıcı olan özgün bir “duvar” filmi olmasının yanında sinema tarihine muhteşem bir karakter de kazandırıyor. Neredeyse filmin her karesini dolduran Barbara’ya can veren Nina Hoss sadece filmin yönetmeni Christian Petzold’un değil bir çok sinemaseverin de ilham perisi olabilecek durulukta. Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı (en iyi yönetmen) ödülü ile dönen Barbara, yaşamsal olan noktaların öncelikleri üzerinden Almanya tarihine daha önce dokunulmayan şekilde dokunan çok özenli bir sinema şöleni. M.D.

 

 

HEMEL

Sacha Polak’ın ilk uzun metrajlı filmi Hemel, ya da filmde de bazen kullanılan kelime anlamıyla “cennet”, yirmili yaşlarının başındaki Hemel’in bir yılını anlatıyor. Duygusal ve bedensel tatmini farklı erkeklerle yaşadığı kısa süreli ilişkilerde arayan Hemel’in hikâyesi ancak onu babasıyla birlikte gördüğümüzde şekillenmeye başlıyor. Annesini çok küçük yaşta kaybetmiş olan güzel Hemel’in, babası Gij ile olan yakın ilişkisi ensestin sınırlarında dolaşırken, Hemel’in ruh hâli Gij’in birlikte olduğu genç kadınlardan da birebir etkileniyor. Hemel karakterini canlandıran Hennah Hoekstra, performansıyla filmi baştan sona sürüklüyor. Hoekstra’nın yönetmen Polak’la birlikte çalışarak çizdiği Hemel portresi,  kimi zaman fevrî ve kaba ama aynı zamanda kendine güvenli ve şefkatli olabiliyor. Hemel’in vücudu her an kırılacakmış gibi dursa da, izlediğimiz hikâye, sağlam bir kadının hikâyesi. Baştan sona bir karakter çalışması gibi görünen bu yalın filmin en büyük başarılarından biri,  karakterlerini kör göze parmak sokmadan seyirciye aktarması. Kolaylıkla hastalıklı gibi algılanabilecek Hemel karakterinin duygusal arızaları, karmaşıklığı, oyuncu ve yönetmenin çabalarına ek olarak görüntü yönetmeni Daniel Bouquet’nin de özenli görselleriyle incelikli bir bütün hâline geliyor. M.K.

 

 

L'AGE ATOMIQUE

L’age Atomique’de Victor ve Rainer’ın banliyö treniyle Paris’in gece hayatına yaptıkları yolculuk, seyirciler olarak bizim de iki genç adamın duygusal dünyalarında çıktığımız bir seyahate, hattâ tribe dönüşüyor. Eiffel kulesinin tepesinden çıkan, sisli havadan süzülerek şehri aydınlatan ya da gözetleyen ışık, filmin “kıyamet sonrası” hissini arttırıyor. Victor ve Rainer kulüplerde, Sen Nehri’nin kıyısında, sokaklarda âdeta bir akıntıyla sürükleniyorlar.  Bir çeşit Antoine Doinel’i andıran Victor gece boyunca birkaç kızla ilgilenirken vampirimsi ve androjen Rainer daha çok Victor ile ilgileniyor. Bu iki genç adamın kendilerini içinde hayal ettikleri melankoli, dillerine de yansıyor. Şiirlerinin büyük bir kısmını Victor ve Rainer’ın yaşlarında, yirmilerinin başında yazmış olan Rimbaud’dan alıntılar havada uçuşuyor. L’age Atomique iki genç karakterin bir geceye yayılan gezintisini, bir saatin az üzerindeki bir zaman dilimine sığdırdığında, ses ve görselin âdeta su gibi birbirine geçtiği bir film izliyoruz. Ulysse Klotz’un müziği olmasaydı, filmin bizi götürmek istediği yere gitmek mümkün olmazdı denebilir. Gece sona erip de Victor ve Rainer yine trene binerek şehirden doğaya doğru yola çıktıklarında ise, birbirlerine muhtaç oldukları ağıran gün gibi açık. Özellikle iki karakterin, ağaçların arasında sabaha karşı ilerlediği sahne, filmin görsel dünyasının da doruğa ulaştığı muhteşem bir son. M.K.

 

 

POLISSE

Cannes’dan Jüri Özel Ödülü alarak artık dünyanın geri kalanına kanıtlaması gereken başka hiçbir şey kalmayan Polisse, kimsenin merak etmeye yeltenmeyeceği, Fransa’nın çocuk koruma bürolarının, komik olmak yerine acıklı olmasını bekleyeceğimiz iç yüzüne dikkat çekiyor. Ne var ki izleyiciyi kendi kendini gülerken yakalayıp, ağlarken de gözyaşını saklar bir ruh hâline sokuyor. Hâlihazırdaki karısıyla, eski kocasıyla, kendi milliyeti, hattâ gazetelerin üçüncü sayfalarıyla olan sorunlarını halledemeyen bir ekibin, bırak kendi haklarını, kendilerine yapılanın farkında dâhi olmayan çocukların sorunlarını hâlletmeye çalışan günlerini izliyor. Ya da başka bir deyişle; bir akıllı telefondan daha akıllı olmayan çocuklara yol gösteren yarım akıllı polisleri izliyoruz. Öğle yemeğinde muhatabı sapık bir baba, sabah kahvaltısında da konuşmayı bilmeyen mülteciler olan, bu deyim yerindeyse “sabır taşlarına” önce saygı duymamızı, sonra onları sorgulamamızı sağlıyor. Yönetmen Maiwenn’e bu da yetmiyor, gözlüklerini takıp, bu polis bürosunun içine sızan belgesel fotoğrafçısı rolünde, “biz orada olsak ne yapardık”ı gerçekleştiriyor. “Hikâyenin ne tarafını görmek isterseniz o tarafta durabilirim” diyor, “Kurtulan hayatları mı, o sırada dışarıda olup bitenleri mi fotoğraflayalım?” diye soruyor. Belki de sırf bu tercihi yapmak zorunda kalmayalım diye, “Arka Sokaklar’da önümüzdeki hafta”ya dönüşmemek adına, bitiriyor filmi. Ama biz o sırada çoktan “haftaya ne olacak”ı merak etmiş bulunuyoruz aslında. H.Ö.

 

 

SKOONHEID (BEAUTY)

İlk filmi Shirley Adams’ın ardından, kırklı yaşlarındaki örtük bir eşcinselin karanlık hikâyesini anlattığı yeni filmi Skoonheid (Beauty), geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde gösterilmiş ve Queer Palm ödülünün sahibi olmuştu. Geçtiğimiz ay İstanbul Film Festivali’nin misafiri de olan Güney Afrikalı yönetmen Oliver Hermanus’un toplumsal kabullerin doğurduğu kişisel felaketlere kafasını uzattığı filmi, kahramanı François’nın bir tutku gibi başlayıp, gittikçe dallanıp budaklanan yasak aşkının izini sürüyor. Aşk dediysek de masum ve karşılıklı bir aşk anlaşılmasın bu sözden. Zira evli, çocuklu ve homofobik François, neredeyse yeğeni kadar yakını ve kızının gizli flörtü olan Christian’a abayı yakıyor. Zamanla içinde kavrulduğu bu arzu tüm bedenini ele geçirip, onu karanlık bir sona doğru yolculuğa çıkarıyor. Erkek egemen toplumlar ve geleneksel aile yapısı içerisinde eşcinsel kimliğe bakışın köhne ve karanlık yüzünün, çıkışsız bir noktaya terk ettiği François, varoluşsal bir sorgulamaya girişmekten çok, derin bir tahrik ve ilkel bir kaygının içine yuvarlanırken, biz de kendimizi gerilim dozu gittikçe artan bir girdabın ortasında buluyoruz. Tartışmaya açtığı konular ve değerleri tespitten ileriye gidemediği anlarda, hikâyesi ve kahramanının gerçekliğinden beslenen Hermanus, bir anlamda, salonda oturan fili görünür kıldığı bu ikinci filmiyle, bazı zaaflarına rağmen, eli yüzü düzgün bir seyirlik çıkarmayı başarıyor.  M.A.