Bantmag

DUNHAM, NEW YORK’TA TUTUNMAYA ÇALIŞAN 20'LERİNDE DÖRT KIZ ARKADAŞIN HİKÂYESİNİ ANLATTIĞI DİZİSİYLE SEX AND THE CITY SONRASI YENİ JENERASYON ŞEHİRLİLERİN SESİ OLMAYA ADAY BİR DEVRİMCİ Mİ, YOKSA BEYAZ VE ZENGİN “HIPSTER”LARIN ANNE BABA PARASIYLA ALTERNATİFÇİLİK OYNADIĞI, BİR KEDİ OLMADAN FARE TUTMA DÜNYASININ MASALCISI MI, ZAMAN GÖSTERECEK.

 

Hannah annesi ve babasının otel odasına paldır küldür dalıp henüz bitmemiş kitabının ilk bölümlerini ellerine tutuşturuyor. Kendinden son derece emin: “Bence ben kendi jenerasyonumun sesiyim. Veya en azından bir sesim... Bir jenerasyonun…” Hannah’nın kafası biraz önce içtiği afyon çayından astronot, annesi ve babasıysa kızlarına inen bu vahiyden pek de etkilenmişe benzemiyorlar. Üstelik Hannah’nın değil bir jenerasyonun sesi olmak gibi bir sorumluluğu taşıyabilecek, bindiği taksinin parasını ödeyecek durumu yok. Üniversiteden mezun olalı iki sene olmasına rağmen hâlâ bir yayınevinde stajyer olarak çalışan, Brooklyn’in en havalı mahallelerinden birinde arkadaşlarıyla oturduğu evin kirasını annesi ve babasından aldığı harçlıkla ödeyen, attığı mesajlara bile cevap vermeyen güya erkek arkadaşının bencil seks fantezilerine çabucak teslim olan, Urban Outfitters kataloğundan fırlamış gibi gözüken incecik kız arkadaşlarının yanında tombul vücudundan şikâyet eden ve ailesinin “Artık sana harçlık yok, bak başının çaresine” ilanıyla dünyası yıkılan bir kız. Dolayısıyla biz seyircilerin HBO’nun yeni dizisi Girls’ün ilk bölümündeki  bu katalitik sahneyi ironik bulup gülmemiz beklenmekte. Oysa Lena Dunham’ın yazdığı, yönettiği, yapımcılığını üstlendiği ve başrolünü oynadığı Girls’ün pazarlanışına ve hakkında çıkan ilk eleştirilerin bol ünlemli heves düzeyine baktığımızda (“Devrim”, “Cesur ve taze”, “Bizim için bizim tarafımızdan”) kendini ve milenyum kuşağının sesi olma işini epey ciddîye alan bir şovla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Dunham ve ekibinin bunu başarıp başaramayacağı ise hâlen muallak.

 

Dunham, 1986 New York doğumlu. Annesi Laurie Simmons tanınmış bir fotoğraf sanatçısı, babası Carroll Dunham tanınmış bir ressam. Modacı Zac Posen’un dadılık yaptığı, 11 yasında Girls’de ve Tiny Furniture’da da başrolü paylaştığı en yakın arkadaşı Jemma Kirke ile Vogue’da “modayla ilgilenen çocuklar” portresine konu olan, ABD’nin en prestijli liselerinden biri olan St. Ann’s School’a giden Dunham, yine ülkenin en liberal ve pahalı üniversitelerinden birinden, Oberlin College’dan yaratıcı yazarlık diplomasıyla mezun oluyor. Üniversite yıllarında çektiği ve okul çeşmesinde iç çamaşırlarıyla dişlerini fırçaladığı The Fountain isimli videosuyla ufak çaplı bir şöhret yakalayan Dunham önce 2009 yılında Creative Nonfiction adında yine kendini konu edindiği deneysel bir uzun metraj çekiyor sonra da içinde büyüdüğü sanat dünyasını tiye aldığı Absolutely Fabulous tadındaki Delusional Downtown Divas adlı web dizisiyle yönetmenliğe iyice ısınıyor. Ancak Dunham esas başarıyı 2010 senesinde hem yazıp yönettiği hem de başrolünü oynadığı Tiny Furniture ile yakalıyor. İsmini annesinin fotoğrafladığı minyatür mobilyalardan alan filmde Dunham kendisini, annesi annesini, kız kardeşi kız kardeşini ve en yakın arkadaşı en yakın arkadaşını oynuyor. Dunham’ın ailesiyle yaşadığı Tribeca’daki çatı dairesinde çekilen film kolejden yeni mezun olmuş Dunham’ın alter-egosu Aura’nın annesinin şöhretinin ve aşırı başarılı küçük kız kardeşinin gölgesinde hayattan ne istediğini, büyüyünce ne olmak istediğini ve gönül işlerini keşfetmesini gerçek hayattan birebir kopyalanmış diyaloglarla anlatıyor.

 

New Yorker, Tiny Furniture için “açık bırakılmış bir günlük gibi” demişti. İlkokulda yatmadan önce günlüğümü anne babama okuyan doğuştan blogger bir insan olduğum için belki de, filmin bu “tumblr’in bildiğini kuldan ne saklayacağım” dürüstlüğünü çok sevmiştim. Üstelik sadece savrula savrula idare etmeye çalıştığı gündelik hayatını değil, sinemada veya televizyonda görmeye alışık olmadığımız tombul,  dövmeli vücudunu ve loş ışıksız, saten çarşafsız, dantel sutyensiz, romanssız seks sahnelerini de birer “sevgili günlük” sayfası gibi önümüze açıveriyordu Dunham... Tiny Furniture’in yaşadığımız dönemin aşırı paylaşımcı dijitalliğine çok yakışan bu seçilmiş savunmasızlığı Girls’ü de ilgi çekici yapan unsurların başında geliyor aslında. Sex and the City’den on sene sonra aynı kanal, aynı gün ve saatte bu sefer Sex and the City tekrarlarını izleyerek büyümüş genç kadınların Manolo Blahnik stilettoları, şaşaalı gece hayatları ve kariyerleri olmadan birbirlerine yaslanarak kurmaya çalıştıkları hayatlarını izliyoruz. Girls’de kürtaj, zührevi hastalıklar, regl, orgazm olamamak veya uyuşturucu kullanmak, sonunda ders çıkartmamızı bekleyen didaktik senaryoların değil olağan hayatın birer unsuru. Dunham da bu hikâyeleri son derece içten, komik, tatlı bir şekilde anlatıyor ve seyircisiyle çabucak bir suç ortaklığı kuruyor.

 

Ancak Dunham’ın seri hayal kırıklıkları komedisinin son derece palavracı bir yanı da var. Tiny Furniture’i izlerken Dunham’ın aslında 24 yaşında tutunamayan bir genç kadın değil, tutunamayan bir genç kadının filmini çeken 24 yaşında son derece becerikli, ailesi, parası ve eğitimi sayesinde hayata 10-0 galip başlayan bir genç kadın olduğunu fark etmeden duramıyorsunuz. Bunu fark ettiğiniz andaysa Aura’nın yaptığı hatalar gözünüze canayakın ve anlaşılır değil, zengin ve ünlü bir şımarığın mızmızlanmaları olarak gözüküyor çaresiz... Aynı problem ve dahası Girls’de de mevcut. Annesi ve babası ona artık para veremeyeceklerini söylediklerinde Hannah küçük çaplı bir “Ama anne yaaa” krizi yaşıyor ayaklarını yere vura vura. Hayatta henüz hiçbir şey başarmamış olmasına rağmen yeteneğinden ve önüne bedavadan sunulan tüm fırsatları hak ettiğinden o kadar emin ki Hannah, kendi ayakları üstünde durmasının vakti geldiği gerçeğini ona yapılmış büyük bir haksızlık ve hakaret olarak algılıyor. Girls’ün sorunları bununla da bitmiyor. Dunham’ın kendi arkadaşlarına dayanarak yarattığı karakterleri oynaması için seçtiği aktörlere baktığınızda ortaya çıkan “hamili kart yakinimdir” tablosu da ayrı bir dert. Hannah’nin sorumluluk sahibi ev arkadaşını Amerika’nın Ali Kırca’sı Brian Williams’ın kızı Allison Williams; sorumsuz özgür ruh arkadaşını Bad Company’nin davulcusu Simon Kirke’in kızı Jemma Kirke; saftirik bakire arkadaşını da oyun yazarı David Mamet’in kızı Zosia Mamet oynuyor. (İyice gıcıklık yapmak isterseniz sırasıyla Carrie, Miranda, Samantha ve Charlotte da diyebilirsiniz). Bu Hollywood çocuklarının Brooklyn’de varoluşsal debelenmeleri tablosuna bir de tüm karakterlerin beyaz olmasını ekleyince Dunham’ın ve şovunun kendi jenerasyonunun değil, ancak bu jenerasyonun içinden seçilmiş küçücük bir grubun sesi olması ihtimali ağır basıyor.

 

Tiny Furniture’ın son sahnesinde ufak çaplı bir aydınlanma yaşayan Aura annesine şöyle diyor: “Hayır, makyaj sanatçısı olmak istemiyorum. Masaj terapisti de olmak istemiyorum. Bir restoranda hostes de olmak istemiyorum. Ben senin kadar başarılı olmak istiyorum.” Amaç sadece başarılı olmaksa, Dunham bunu çoktan başardı, tebrikler. Ama amaç bir kuşağın büyüme sancılarını anlatmaksa Dunham’ın Tribeca çatı katından ve kendi ayrıcalıklı gölgesinden biraz da olsa uzaklaşması gerekiyor. Bunu becerip beceremeyeceğini izlerken Dunham’ın cep harçlığı vermek de Girls’ün seyircilerine düşüyor ne yazık ki.