Bantmag

JOHN FOXX, 70’LERİN BAŞINDA HENÜZ ULTRAVOX SADECE FİKİRKEN BAŞLAYAN ETKİLEYİCİ VE BİR ANLAMDA GİZEMLİ YOLCULUĞUNDA, ZAMAN İÇİNDE MÜZİKAL ESLER VERSE DE, BİR YANDAN FOTOĞRAF SANATÇISI BİR YANDAN DA AKADEMİK KARİYERE SAHİP BİR PROFİL OLARAK GÜNDEMİNİ HEP YOĞUN TUTTU.

 

Synthpopun öncülerinden biri olmanın şöhretine takılı kalmayıp her daim araştırmacı bir müzisyen olarak onlarca solo albüme ve ortak projeye imza attı. Ambient müziğin yapıtaşlarından Harold Budd, Cocteau Twins’in ikonik gitaristi Robin Guthrie, elektronik müzik sahnesinin kendine has isimlerinden Benge bu isimlerden sadece birkaçı. Kabaca dönemdaşı diyebileceğimiz Gary Numan’ın dahi bir röportajında “Hiçbirimiz John Foxx kadar entelektüel değildik” dediği Foxx ile, Benge’yle ortak projeleri olan John Foxx And The Maths’in ikinci albümü The Shape Of Things sonrasında bir nevi daldan dala dolanan ama her satırında çokça derin mesajların olduğu keyifli bir röportaj gerçekleşirdik. Buyurunuz...

 

Birçok röportajınızı okudum ama asıl adınız olan Dennis Leigh yerine neden John Foxx sahne adını aldığınıza dair bir not bulamadım?

Başka birini tasarlamam gerekiyordu; gerekenleri yapma konusunda daha becerikli olan biri. “Dennis Leigh” fena birisi sayılmazdı belki ama etrafta görünmekten, turnelerin ve rock müzikle uğraşmanın getireceği özel yaşam alanının daralmasından da pek haz etmeyen biriydi. John Foxx ise daha zekî, dikkatli ve baskılarla “benden” çok daha kolay baş edebilecek biri.

 

Kurucusu olduğunuz Ultravox’un ilk albümünün prodüktörü Brian Eno bu albümü davul makinesi ve gerçek bir davulcunun birlikte kullanıldığı ilk çalışmalardan biri olarak anıyor. Bir röportajınızda ise ressam Degas’ya atfen, bize anlık olarak çizilmiş hissi veren bir figürün ardında, sanatçının defalarca tekrar ettiği eskizlerin olduğundan bahsediyorsunuz. Buradan hareketle analog-reel ve dijital-replika arasındaki dengeden konuşalım istiyorum.

Analog, dijital teknolojiler yardımıyla yeniden keşfedildi. Dijital bir süreliğine analogun yerini alsa da, analogun aslında dijitalin yapamadığı pek çok şeyi yapabileceği fark edildi ve analog tekrar değer kazandı. Öte yandan her teknoloji eşsizdir ve basitçe söylersek aslında “dijitalin” nasıl bir sesi olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Örneğin Benge ile olan projemizde dijitali, anlık ortaya çıkan analog parçacıklarını bir arada tutmak ve sonrasında da bir editing aracı olarak kullanıyoruz. Dijital “tahmin edilebilir” ve “itaatkar” bir yapıya sahiptir. Ama analog synthesizerlar için aynısını söyleyemeyiz. Dijitalden alacağımız yanıtı bilmemize rağmen, analog her daim niyetlerimiz dışında tınlamak konusunda oldukça arsızdır; bu da onun gerçek değerini ortaya koyar aslında.

 

Benge ile gerçekleştirdiğiniz Interplay ve The Shape Of Things’i retro-fütürist albümler olarak görmek mümkün, katılır mısınız? Siberpunk edebiyatıyla bu çalışmalarınız arasında benzerlikler var mı?

Sanırım retro-fütürizm kendi içinde bir estetik yarattı ve başlı başına bir janr oldu. Benge ile olan çalışma buna tam uyuyor mu emin değilim. Siberpunk bugün olanların olası sonuçlarını yorumlayarak bizi bekleyen gelecek senaryolarını analiz ediyordu. Bu bilimkurgunun en önemli fonksiyonlarından biridir ve diğer kurgusal alanlara kıyasla da en belirleyici yanı. Sanırım yapmaya çalıştığım biraz daha farklı. Daha içsel, öznel ve aynı zamanda bağımsız. Ben “şu an” olanlar ve buna karşılık olarak verdiğim duygusal reaksiyonlar hakkında yazıyorum. Bunlar çoğu zaman yarı-bilinçli oluyor. Tam olarak ne ile meşgul olduğumu idrak etmem dahi belli bir süre alıyor. Bazı parçalarımı yaptıktan birkaç yıl sonra anlamaya başlıyorum örneğin. Bu da bilinçaltının aslında bilinçten bir adım önde gittiğini gösteriyor. Bu yüzden bilincin asli görevinin de bilinçaltının yaptığı seçimleri akla uygun hâle getirmek olduğuna inanıyorum.

 

The Quiet Man” projesindeki görsel çalışmalar; silinen yüzler, şehirde kaybolma duygusu, içinde insan olmayan birtakım elbise, aşırı derecede büyümüş şehir imajları, izole olmuş yalnız insan manzaraları gibi... Asıl gelmek istediğim bu “hayalet olma” fikri ya da hâli. Sanırım bunun doğaüstü değil de ezoterik bir yanı var, şarkı sözlerinize de yansıyan.

Doğal olanla doğaüstü arasında bir sınır olduğunu ya da varsa nerede olduğunu gerçekten bilmiyorum. Doğal olanı düşünüş şeklimiz bile yanıltıcı olabilir. Doğaüstü derken “üstü” tanımlayan ne? Ben farkına varılan ve varılmayan olarak bir ayrım yapıyorum, ya da bilenen ve bilinmeyen şeklinde. Çok daha akılcı ve pratik yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var. Tanımları bir yana bırakacak olursak, bunların yazdıklarımı çok etkilediği bir gerçek. Öte yandan klişeler, samimiyetsizlikler ve keskin bir şarlatanlıkla da ilişkilendirilebilecek ve bu çerçevede beni fırsatçı biri olarak görebileceklerle tartışmaya çok heveskâr da değilim. Kafa yormamız ve anlamamız gereken çokça şey var hâlâ. Sürrealistler bu sorgulamayı başlattılar. Borges, Ballard, Burroughs ve sitüasyonistler de devam ettirdi. Gidilecek yol hâlâ uzun.

 

Bir zamanlar hata olarak gördüklerimiz bugün vasıf olmaya başladılar notunuz var, buna katılıyorum. “İçten” bir müziği “sistematik” olarak üretmeye çalışan biri olarak elektronik müziğin “duygusal” yönüne ilişkin neler söylersiniz?

Müzik hâlâ tam olarak anlayamadığımız ve bilemediğimiz bir alan. Örneğin, yıllardır “melodi”nin iyi bir tanımını arıyorum. Bunu tatminkâr bir şekilde yapanı bulamadım henüz. Melodi belki de müziğe ilişkin en basit noktalardan biri, herkes anlayabilir ve ânında farkına varabilir, ama gel gör ki hâlâ tanımlayabilen birileri yok. Müziğin geri kalanı teknik terimlerle açıklanabilir olsa da kompleks, duygusal, içsel ve incelikli yanlarına denk düşecek bir kelime haznemiz yok. Ama tüm bunları müziği dinlediğimiz her an algılıyor ve anlıyoruz.  Bu da müziğin doğrusal ve sözel kısıtlamaların ötesinde işleyen farklı bir dil olduğunu gösteriyor.

Duygusal yana gelirsek, ya da sistemlere ve enstrümanlara; aslında bir keman ya da nota parçası da, bilgisayar ya da bir klavye kadar hareketsizdir. Bunlar en basitinden müzik yapmak ve kaydetmek için araçtırlar. Enstrümanlar elbette ki sonucun şeklini değiştirecektir ama yine de tek başlarına duygu barındırmazlar, kâğıda yazılmış bir kelime kadar bile. Bu, dinleyenin kendi deneyimleri üzerinden kuracağı ilişkilerle ortaya çıkar. Böylelikle dinleyende bir “his” uyanır ve sanat da bu bağlantıyı harekete geçirme işidir bir noktada.

Müziğin, anlağın (intellect) ona vereceği tepkiyi kontrol etmesinden çok önce işini görüyor olması önemlidir. Anlak (ya da zekâ) ussallaştırmak, açıklamak ve ahlakî yola sokmak için gelen bilgiyi kısıtlayabilir. Ama ne mutlu ki müzik çok daha yumuşaktır ve siz onu ussallaştırmadan etkisini ânında gösterir. Başka bir ifadeyle aşırı gelişmiş insanın kendi iç benliğiyle tekrar ilişki kurmasını sağlayan bir sanat formudur müzik. Böylelikle içsel ve entelektüel zevklerimizi de geliştirir.

 

Biraz da çok ilgili olduğunuz psiko-coğrafyadan (psychogeography) bahsedelim istiyorum. Mekânların, oranların, ışığın ve hattâ gölgenin davranışlarımızı farkına varmadan etkilediğini belirtiyorsunuz. “Cathedral Oceans” bu bakış açısından etkiler taşıyor. Bu proje devam edecek mi?

Çok doğru, niyetlerimden biri de buydu. İlk fikirler “The Quiet Man” hikâyelerini yazarken oluşmaya başlamıştı. Ana tema kısmen harap olmuş ve aşırı büyümüş şehir kavramıyla ilintiliydi ve kastedilen “The Quiet Man”in yaşadığı Londra’ydı. Yayınlanan üç albüm ve DVD sonrası “Cathedral Oceans” serisi tamamlandı diye düşünüyorum. Bu proje aynı zamanda insanın mimarîyle olan ilişkisi sonucu geliştiğine inandığım eski müzik formlarının bir devamlılığı ve yansıması olarak da tasarlandı. Aynı şeyi kuramsal düzlemde, yeni bir dijital mimarî olarak yaratmaya çalıştım. İnsanları derinden etkilemesi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak davranışlarını etkilemesi ve taşıdığı çeşitli mesajlar nedeniyle müzik de aslında mimarîyle benzerlik gösteriyor. Tek farkla; hoşunuza gitmediği an müziği kapatabilirsiniz ama mimarîde bunu yapma şansınız yok. Benim tercihim yine de müzikten yana ama.

 

“Cathedral Oceans”daki müzikleri herkesin canlı olarak uygun ortamlarda dinleme şansı olmayacağından bu bir çelişki yaratmıyor mu? Başka bir ortam için hazırlanan bir müziği evde dinlemek... Belki de farklı bir ilişki düzlemi yaratılıyor?

Dijital teknolojideki son gelişmelerden ve büyük ölçekli projeksiyon yöntemlerinden faydalanan bu projede asıl amaçlanan elbette ki devasa alanlar; yani katedraller ya da çok büyük, geniş alanlar, atriyumlar... Böyle olmasını tercih ediyorum, çünkü bu yolla aslında kalıcı olan mimarî yapının içinde geçici olarak hareket eden bir başkalaşım yaratılıyor ve ölçek farkı bu vurguyu kuvvetlendiriyor. Öte yandan bu müziği evde dinlemek de farklı bir deneyim.

 

İnsan–şehir ilişkisinden beslenerek birbiri üzerine eklenen anı katmanlarının belli bir noktada şehri insanın hafızasına dönüştürdüğü şeklinde bir yorumunuz var. Bu noktada kişi şehir tarafından asimile edilmiş ve özgün kimliğini kaybetmiş mi oluyor sizce? Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabında bahsettiği otantik sosyal yaşamın aslında replikası tarafından ele geçirildiği yorumuna referansla soruyorum bunu...

Aslında hayal ettiğimiz kadar “bireysel” değiliz. Sanırım “birey” dediğimiz, felsefî, finansal ve ticarî yapıların ortaya çıkarttığı basit bir yan ürün sadece. Gerçek ne olursa olsun, içgüdüsel ve (büyük ölçüde) bilinçsiz bir şekilde şehirlerimizi ve dolayısıyla medeniyetimizi yaratma ve koruma çabasındayız. Bu bana henüz tam bilincine varamadığımız çok daha büyük bir yapının parçası olduğumuzu hissettiriyor. Bu mekanizmayı, üyelerin kendi kimlik, karar verme yeti ve sorumluluklarını daha büyük yapıya devrettikleri her organizmada görebilirsiniz.

Şehirde rastgele atacağınız bir tur bu etkilerin ayırdına varmanızı sağlayacaktır. Zamanla yeni bir bakış açısı geliştiriyorsunuz (yapıların değişken görünümlerini bir bütün olarak görmenizi sağlayan bağımsız bir bakış açısı) ve böylelikle sokaklarda ya da odalarda akıp giden ritimlerin ve gelgitlerin farkına varabiliyorsunuz.

 

Edebiyat ve sanat sizin için kuvvetli tetikleyici alanlar. Burroughs, Duchamp, Ballard ya da Beat Kuşağı... Müziğe bakışınızı nasıl etkiledi bu isimler? Şu an ilham aldığınız yeni isimler var mı ya da?

Sanırım tüm bu isimler çevremde olan bitenlerin farkına varmam ve vereceğim tepkileri oluşturmam konusunda cesaretlendirici oldular. Anmak isteyeceğim diğer isimler Erik Satie, John Cheever, Alan Resnais, Paul Auster, George Orwell, Eugene Atget, J.M.W. Turner, Dennis Potter, Gerald Manley Hopkins, J. L. Borges.

 

Güncel projeler ?

“Electricity and Ghosts” birkaç kısa filmle birlikte piyano ve ev kayıtları...

Junior Boys, Ghost Box ve Jori Hulkkonen’le bazı yeni parçalar...

“Alice in the Cities”  The Smoke Fairies, Tara Busch, Serafina Steer, Hannah Peel ve Gazelle Twin’le birlikte...

“London Overgrown” isimli enstrümantal bir kayıt...

Benge ile yeni bir albüm...

 

Türkiye’ye gelme ihtimaliniz? Bekleyenler var, benden söylemesi...

Çok isterim. Harika bir ülke. 60’ların ortasında genç bir hippiyken İstanbul hepimizin gitmek istediği bir yerdi. Batı’nın sona erip gizemli Doğu’nun başlangıç ve buluşma noktası... Ne zaman niyetlensem hep Yugoslavya civarlarında takılıp kaldım, bir türlü olmadı. Ama yakın dostum Arthur Sweeney bunu başardı, bana gönderdiği karlar altındaki minarelerin nefes kesen fotolarını hatırlıyorum. Umarım bir gün gelebilirim...