Bantmag

WERNER HERZOG'UN SON UZUN METRAJ BELGESELİ OLAN INTO THE ABYSS, İDAM CEZASI KONUSUNU YANLILARI VE KARŞITLARI ARASINDAKİ KUTUPLAŞMIŞ TARTIŞMADAN KURTARIP, SUÇ, ÖLÜM VE ZAMAN ÜZERİNDEN YAŞAMA DAİR BİR ANLATIM ORTAYA ÇIKARIYOR.

 

Suçun kendisi sebepsiz, anlamsız... Bu nedenle de bir o kadar korkunç. Texas’ta, geceyi onlarda geçirmek ve  herkes uyurken arabasını çalmak için bir tanıdıklarının, Adam Stotler'ın evine giden 18 yaşlarındaki Jason Burkett ve Michael Perry tanıdıklarının annesinin evde tek başına olduğunu anlayınca onu öldürüp arabayı çalmanın daha kolay olduğuna karar verirler. Sandra Stotler'ın cesedini yakınlardaki bir göle attıkdan sonra eve geri dönüp arabayı çalmak isteyen ikili özel güvenlikli sitenin ana giriş kapısı arkalarından kapandığı için eve ulaşamaz ve Adam Stotler'ın eve geri dönmesini bekler. İlerleyen saatlerde arkadaşı Jeremy Richardson ile eve dönen Adam Stotler'ı bir arkadaşlarının avlanırken yaralandığını söyleyerek kandıran ve sitenin yakınlarındaki ormanlık alana götüren Perry ve Burkett diğer iki genci de burada vurarak öldürür. Üç kişinin uğruna öldüğü kırmızı Camaro marka araba, onu bir kenara atıp araç değiştirmeden önce 72 saatten az bir süre Perry ve Burkett'in himayesinde kalır.

 

Cinayetlerin işlendiği gece olay mahallini inceleyen polis ekiplerinin kamerasından gördüğümüz görüntüler ve o gece görevde olan bir polisin anlatımıyla suç şiddetin acı, keskin ve katı yapısıyla bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Ancak suçun kendisi Herzog'un kurgusunun sadece ilk bölümü. Olayın farklı noktalardan birbirine bağladığı bir grup insanın Herzog'un röportajlarında kendi gerçekliklerini –hayatlarını– dile getirdikleri öyküler bütünü, belgeselin yaşam ve ölüm üzerine anlatımının karmaşık yapısını oluşturuyor. Herzog, şiddet suçlarının parçaladığı hayatların dilinden dinlediğimiz bu acı öyküleri, adına üç kişinin öldürüldüğü kırmızı Camaro aracın daha sonrasında kaldırıldığı polis otoparkında çürümeye terkedilmişken içinden bir ağacın büyümesi gibi şiirsel ve estetik gerçeklerle destekleyerek ironik denebilecek bir şekilde yaşama ve onun gizemli sürekliliğine dair bir vurgu yapıyor.

 

Herzog filmin hemen başlarında, Michael Perry ile idamına sekiz gün kala yaptığı röportajda, insanların idam edilmemesi gerektiğini düşündüğünü söyleyerek belirtiyor bu tartışma hakkındaki konumunu. Bana göreyse, idam cezasını, insan hayatının kutsallığına dokunma hakkımızın olmadığını söyleyerek olumsuzlamak, hümanist düşüncenin insanın kendisine dair yarattığı “benmerkezcil” yanılsamanın bir uzantısı gibi. Bir insanın bir insan eliyle ölümü insanın insan tarafından doğması kadar net bir gerçek. Cinayet, intikam ve en basit hâliyle adalet tüm bunlardan daha yukarıda, daha üstünmüşüz gibi konuşmayı anlamsız kılacak kadar içinden bir parçası insan hayatının. Suçtan ve suçludan ideal olarak uzak olabiliriz, ancak pratik olarak bu mümkün gözükmüyor, her iki olguyla da başa çıkmak zorunda olduğumuzun farkında olmak gerek. Fakat idam cezası hakkında daha temel bir sorun olduğunu da görmek gerekiyor: bir insan hayatını sonlandırma hakkının yaratacağı güç odağının devlet/adalet kurumun elinde olmaması gerektiği. Ölümün bir prosedüre bağlandığı ve cinayetin bürokratik, hukuksal bir süreç hâline geldiği o noktada öldürme eylemi sıcak bir hareketten soğuk bir güce dönüşüyor, ve kapısı aralanan yıkımın boyutlarının farkında olmak dahi böyle bir gücün kurumsal bir hak olmaması gerektiğine dair yeterli bir sebep.

 

Ancak yazının başında da belirttiğim gibi Herzog'un belgeselinin temel meselesi idam cezasının etik bir tartışması değil. Into the Abyys, üç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir suçun, bu suçun faillerinin, kurbanlarının, kurban ve fail yakınlarının; yaşam ve ölümün bir başlangıç ve bitişi ifade etmektense birbiri üzerine çökmüş iki süreç hâline geldiği öyküsünü anlatıyor.

 

Örneğin, belgesel süresince yer yer döndüğümüz, Sandra Stotler'ın kızı ve Adam Stotler'ın kardeşi Lisa Stotler ile yapılan röportajda yaşamın sillesi tam anlamıyla açığa çıkıyor: Lisa Stotler düğününden altı ay önce üvey babasını, büyük erkek kardeşini ve aile köpeğini bir tren kazası sonucunda kaybetmiş. Daha sonra bu cinayetler sonucunda kardeşim dediği ancak kız kardeşinin 16 yaşındaki hamileliği sonrasında annesinin evlat edindiğini öğrendiğimiz, yani yeğeni Adam Stotler'ı ve annesini kaybediyor. Bunun haricinde dedesi kalp krizinden, biyolojik babası uyurken ölmüş. Üvey kardeşi pankreas kanseri olduğunu öğrenince kendisini vurmuş, bir amcası kendini asarak intihar etmiş, bir diğer amcasını eroin dozaşımından kaybetmiş. Bu kayıplar sonrasında ortaya çıkan sonsuz boşluğa inat hayatına devam edebilen bu kişinin öyküsünün aktarımı, Herzog'un ölüm üzerinden hayata dair neler söylenebileceğini de ortaya koyduğu önemli bir anlatım olarak karşımıza çıkıyor.

 

Altı yıllık bir süreç içerisinde gerçekleşen bunca ölümün üzerine çöktüğü Lisa Stotler'ın öyküsüne, kendi hayatlarını karartan suçun ne kişisel ne de toplumsal affına onu kabul edecek kadar yaklaşamayan Michael Perry ve Jason Burkett'in, suçun parçaladığı bir diğer yaşamın farkındalığını jüri karşısında samimiyetle dile getirerek en azından kendi oğlunu idam cezasından kurtaran Jason'ın babası Delbert Burkett'in, ölüm protokülünü yürüten ekibin kaptanı Fred Allen'ın istifasına varan psikolojik çöküşünün, ve son olarak, suçtan doğan bir yaşamın, Jason Burkett ile cezaevindeyken ona âşık olarak evlenen Melyssa Burkett'in ve ziyaret günlerinde el ele tutuşmaktan başka bir temasları olmadığı hâlde gizemli bir şekilde bu evlilikten olduğu iddia edilen, henüz dünyaya gelmemiş Easton Aaron Burkett'in öyküsü katılıyor. Sonuçta, yaşamdan ölüme ve ölümden yaşama doğru çift taraflı büyüyen bir "hayat ağacı"nın izini süren Into The Abyys, en sağlam melodrama dahi taş çıkartan, akıl uçuklatan o saçmasapan rastgeleliğini de ortaya çıkartarak içinden farkındalığımızı gün be gün yitirerek geçtiğimiz hayatın kendisinin altını çiziyor.