Bantmag

KEEP THE LIGHTS ON

Prömiyerini Sundance’te yapan Keep the Lights On, daha önce The Delta ve Forty Shades of Blue gibi filmleriyle tanınan yönetmen Ira Sachs’ın son filmi. Yönetmenin kendi geçmişinden yola çıkarak Mauricio Zacharias ile birlikte yazdığı film, New York ve çevresinde geçiyor ve iki erkeğin 10 yıla yayılan ilişkilerini anlatıyor. Otuzlu yaşlardaki belgesel film yönetmeni Erik, telefon seksiyle ve tek gecelik kaçamaklarla tatmin olurken, genç avukat Paul ile tanışıyor ve ikili arasındaki elektrik, filmin tamamına yayılan uzun süreli ilişkiye dönüşüyor. Paul’un taş kokain bağımlılığı, çiftin inişli çıkışlı ilişkisinde katalizör oluyor. Film, Paul ve Erik’in yıllar boyunca birlikteliklerini ayakta tutabilmek için verdikleri mücadeleyi, daha çok Erik’in kişisel dünyasına odaklanarak anlatıyor. Bu esnada özellikle Paul karakteri bazen duygusal anlamda seyirciden uzaklaşabiliyor ve iki karakterin birbirlerine karşı hissettiklerini seyircinin de hissetmesi her zaman kolay olmuyor. Film, diğer “ilişki” filmlerinden çok da farklı bir şey yapmıyor belki, ama görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in 16 mm görselleri ve Arthur Russell’ın muhteşem müziği Keep the Lights On’u zenginleştiriyor. Keep the Lights On, aynı başkarakteri Erik’in filmde yapımına tanık olduğumuz belgeseli gibi, Berlin’de “en iyi kuir film”e verilen Teddy ödülüne layık görüldü. M.K.

 

 

KEYHOLE

Homeros’un Odysseia’sı 10 yıla yayılan bir yolculuk ve bir varoluş hikâyesi olarak birçok kez sinemaya ilham verdi, bir o kadar da uyarlaması yapıldı. Yapılan uyarlamaların çeşitliliğini görünce Joseph Campbell’in monomyth (epik yolculuk) kavramından bahsetmemiz gerekecek. Tüm toplumlarda anlatılan hikâye ve mitlerin ortak noktalarını belirleyip bir arketip oluşturan Campbell aslında anlatılan hikâyelerin ve o hikâyelerdeki karakterlerin tek bir izleği olduğunu söyledi. Sabah kalkıp işe gitmenizi anlattığınızda bile bu kahramanın yolculuğu aşamalarını görebilirsiniz. (Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell, Kabalcı) Bu aşamaları belirlerken Campbell’in en önemli kaynaklarından biri elbette ki Odysseia idi. Dolayısıyla Odysseia’dan O Brother, Where Are You? da, Star Wars da ve hattâ Keyhole da çıkabiliyor. Keyhole çok serbest bir Odysseia uyarlaması. Hattâ o kadar serbest ki Odysseia’dan etkilenmiş bir başka dev isim James Joyce’daki Odysseia etkisini anımsatıyor... Hikâye bir gangsterin kör bir kız ve rehin tutulan bir delikanlıyla, çetesinin onu beklediği eve gelmesiyle başlıyor. Ulysses Pick adındaki gangsterin ev içindeki tuhaf yolculuğu, bilinçaltının dehlizlerinde, hayaletlerle, hatırlamalarla, yağmurla, kâhinle, anılarla izleyeni epey zorlayacak bir serüvene salıyor. Guy Maddin tutkunu olduğu ve imzasına dönüşen siyah-beyaz 30’lar estetiğini her nasılsa kendini tekrara düşmeden yarattığı türler füzyonuyla birlikte yine çok etkileyici kullanabilmiş... Jason Patrick’in muhteşem oyunculuğu yanında Isabella Rosselini, Udo Kier gibi ustaları da izlediğimiz Keyhole, Guy Maddin sevenlerin çok seveceği, sevmeyenlerin epey zorlanacakları farklı, güzel bir film. M.D.

 

 

LIKE CRAZY

Artık ülkemizde içi de biraz boşalan üniversite eğitiminin en cazip yanı neredeyse tüm Avrupa şehirlerinde en az 6 aydan başlayan sürelerle eğitim alma (eğlenme, yeme, içme gezme, gönül eğlendirme, 3-5 de kredili ders alma) imkânı sağlaması. Oysaki yurdumuzun değişmeyen vize çilesi yüzünden (muhtemelen çoğu da Bant Mag. okuru olan) binlerce Erasmusçu gencin yarısı, gönüllerinin bir kısmını Avrupa’da bırakıyor. Drake Doremus’un yazdığı ve yönettiği filmimiz de tam da bu acıklı bürokrasiden kaynaklı yürüye(meye)n aşklardan bahsediyor. İlk görüşte hiç ilgi uyandırmayan ismi ve korkunç posterine rağmen, çok derli toplu bir aşk filmi çıkıyor karşımıza. Amerika’da okurken tanışan Jacob ve Anna kendilerini aşklarına o kadar kaptırıyorlar ki, Anna süresi geçen vizesini umursamadığı için ülkeden süresiz kapı dışı ediliyor. Film çiftin aynı kıtada olabilmek adına uğraşlarının yanında, denizaşırı sürdürmeye çalıştıkları ilişkileri ve kendi hayatlarını da devam ettirme çabalarını anlatıyor. Bu sürede birtakım duyguyu tüketen çiftin filmin finalindeki hâlleri, filmi 2011 yılının en iyi finali kategorisinde (öyle bir kategori olsaydı tabiî ki) birinciliğe taşıyor. Başrollerde yıldızı parlayan bir ikiliyi görüyoruz: Anton Yelchin ve Felicity Jones. Merakla beklenen ve bu yılki İstanbul Film Festivali'nin Galalar'ı arasında yer alan Hysteria’da da göreceğimiz Jones, filmde harika bir performans sergilerken (çoğu kısmın da doğaçlama olduğunu belirtmiş), Yelchin’in azıcık daha zamana ve rahatlamaya ihtiyacı olduğunu hissediyoruz. Filmi izlemek isteyen ve konuya dair hassasiyeti olanları, gözyaşı süzülmelerine karşı uyarmak isterim. N.G.

 

WEEKEND

Weekend bir haftasonuna yayılan ama aslında bir haftasonuna sıkışmak zorunda kalan gerçekçi bir aşk filmi. Bir cuma gecesi ana akım arkadaşlarının yanından eve gitmek için erken ayrılan Russel, ev yerine bir gay bara gitmeye karar verir. Barda kaçamak bakışmalar ve kısa takipler sonunda Russel ile Glen sabahleyin aynı odada uyanırlar. Russel’ın utangaç hâline karşılık Glen bir ses kayıt cihazı çıkarıp ona geceyle ilgili sorular soracak kadar rahattır. Biz de böylelikle karakterlerimizi daha yakından tanımaya başlarız. Birbirlerini tanıdıkça açılırlar, açıldıkça bağlanırlar, hikâyelerini dinlerler. Yeni tanışan insanların ürkekliğiyle ama âşık insanların sınırsızlığıyla anlatırlar. Bu sohbetlerde heteroseksist dünya ve kendi tutumları üstüne de konuşurlar, ama film bunu söylemsel bir dille yapmaktan kaçınmış. Bu sohbet kadar görünür olmayan ince detaylarla da film bu ayrımcı dünyadaki insan pratiklerinin farklılıklarını gösterebilmiş. Hikâyeye geri dönersek, Glen haftanın sonunda yani yarın, iki seneliğine Amerika’ya taşınacaktır. Bu bilgi bu haftasonunun zehrini ve panzehirini birbirine karıştırır... İlk filmi Greek Pete’te olduğu gibi Weekend’in de senaryosu ve yönetimi Andrew Haigh’a ait. Karakter yaratımındaki detaylarıyla, doğal kamerasıyla ve sadeliğiyle ilgiyi hak eden bir film Weekend. Özellikle Russel karakterini canlandıran Tom Cullen’in performansı görülmeye değer. Cullen’in İngiliz Bağımsız Film Ödülleri’nden kazandığı “ümit vaat eden yeni oyuncu ödülü” ise gerçekten ümit verici. M.D.

 

 

YOUNG ADULT

Açıkçası önceki üç filmi nedeniyle Jason Reitman'a belli bir önyargıyla yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Thank You For Smoking gibi hiç fena olmayan bir ilk filmin ardından, Juno gibi bağımsız hit formülünü birebir uygulayan ve yer yer eğlenceli detaylarla süslü bir film çekmesi anlaşılabilir bir durumdu. Fakat idealize edilmiş bir zevzek karakter ve onun işe yaramaz hikâyesini anlattığı Up In The Air'le çıkageldiği ve yıl boyu tüm ödül törenlerinde Hani benim ödüllerim? şeklindeki surat ifadesiyle takıldığı 2009 senesinde hâline ve tavrına anlam vermek pek mümkün değildi. Bence kariyerinin en eli yüzü düzgün filmi olan Young Adult, her ne kadar hak ettiği ilgiyi görmese de (belki de Reitman'ın fazla pohpohlanan filmlerinin Oscar adaylıkları ve ödülleriyle taçlandırılması, doğru bir ilgi gösterisi değildi, bilemiyorum) kendini geriye çekmiş rejisi ve sade anlatımıyla, belli bir seyir zevki tutturuyor. Kendini iyi hisset filmi kılığına girmiş bir kendini kötü hisset filmi olan Young Adult, son zamanlarda beyazperdede gördüğümüz en rahatsız edici kahramanlardan birini çıkartıyor karşımıza. Charlize Theron'un nefis bir performansla bedene getirdiği Mavis, her türlü duygusal iniş çıkışı, üzücü, komik ya da sinir bozucu hâlleriyle pek çok şey olmayı beceriyor ama asla sevimli olamıyor. Diablo Cody'nin tamamen bu sevimsiz ve çıkışsız hâli merkeze aldığı senaryosu, Amerikan bağımsız sinemasının vazgeçemediği temalardan “eve (banliyöye) dönüş”le de inceden dalgasını geçerek, bu temayı tersyüz etmeyi deniyor. Cody ve Reitman'ın ikinci ve daha parlak işbirliği, Patton Oswalt, Patrick Wilson ve Elizabeth Reiser'ın Theron'a eşlik ederken hiç de altta kalmayan performansları ve zekî diyalogları için, bu neredeyse özgün Amerikan bağımsızına göz atmakta fayda var. M.A.