






Kanser hikâyelerinden neden bu kadar etkilendiğimin patolojik açıklaması nedir bilmiyorum ama kayıtsız kalamadığım bir gerçek. Bilimin aciz kaldığı, hala gizemini koruyan ve çok acıttığı kadar âdeta modernleşmeye direnen bir virüs gibi çaresi bulunamayan bir illet, kanser. Tedavisi hastalığı çekmekten daha ağır. Tüm bu noktalar ve yaşanan acılar kanseri bir tabu konuya dönüştürüyor ve bu da belki de kanser hikâyelerinin yazımı konusunda fazladan bir hassasiyet duygusu yüklüyor yazana, çekene; hele de gerçek bir hikâyeden aktarılmışsa… 50/50 daha önce yazarlık deneyimi olmayan Will Reiser tarafından kendi deneyimleri ışığında kaleme alınmış. Ne eksiği ne fazlasıyla, bir aile filmine, bir aşk filmine vs. hikayesine dönüşmeyen bir durum hikâyesi olarak kalmış ve bir iki nokta dışında büyük sözler söylemeyen naif bir film çıkmış ortaya. Hastaların yüzde ellisinin hayatta kalabildiği (Google verisi) nadir rastlanan omurga kanserine yakalanan 27 yaşındaki Adam, en yakın arkadaşı, sanatçı manikliğindeki sevgilisi, sık görüşmediği ailesi, kendisi gibi acemi olan genç terapisti ve kemo sırasında edindiği klişe kanser arkadaşlarıyla (bu konuda en özgün kanser arkadaşı The Big C’den Lee karakteridir) ve tabiî emekli tazısıyla kanseri ve hayatı yaşamaya çalışır. Soğukkanlılığını genel olarak korumaya çalışan Adam’ı izlerken salya sümük ağladığınız sırada birden gülmeye başlayıp bir süre aynı anda hem gülüp hem ağlayabiliyorsunuz. Joseph Gordon-Levitt başta olmak üzere çok temiz oyunculuklarla karşılaşıyorsunuz. Bu karşılaşmalardan Angelica Huston’la olanı ayrıca zevk veriyor. The Big C’den fazlası yok, yeni bir şey de yok ama gayet keyifle izlenen ve sevimli olabilen bir kanser filmi, 50/50. M.D.
EXTREMELY LOUD & INCREDIBLY CLOSE
Billy Elliot, The Hours ve The Reader filmlerinden tanıdığımız Stephen Daldry’nin aynı isimli kitaptan uyarlama filmi Extremely Loud & Incredbily Close, en genel ifadeyle bir 11 Eylül filmi. 11 yaşındaki bir çocuğun 11 Eylül’ü mantığıyla açıklamaya çalıştığı bir dramdan yola çıkan hikâye, olayın hiçbir politik tarafına bulaşmadan yavaşça ilerliyor ve bir kabullenişe doğru bizi sürüklüyor. Oscar Schell (Thomas Horn), 11 Eylül’de babasını kaybeden ve sevdiği bir şeyi kaybetmenin yarattığı ve kendisini boğmaya çalıştığı o hisle mücadele eden bir çocuk. Ona her şeyi mantığıyla açıklamasını öğütleyen, onu bir kaşif gibi yetiştiren eğlenceli babasını (Tom Hanks) kaybetmiş bir çocuk. Oscar, babasının ölümünden bir yıl sonra onun odasına giriyor ve gizemli bir anahtar buluyor. Bu anahtar babasıyla oynadığı oyunlarda her zaman sorduğu ama babasının omuz silkerek söylemediği bir ipucuna dönüşüyor. Soyadı Black olan pek çok kişiyle tanışıyor, bir yandan da 11 Eylül sonrası aradan geçen birkaç senede insanların o güne verdikleri tepkileri gözlemliyoruz. Babasının ölümünü yaşından beklenmeyecek kadar gelişmiş mantığıyla açıklayamayan Oscar’ın bu arayışında ona ailenin başka bir “kayıp”ı da eşlik ediyor. Çocuğuna daima bir yetişkin gibi davranan ve ona her şeyi en doğru şekilde açıklamaya çalışan bir babanın oğlu olan Oscar’a annesinin (Sandra Bullock) 11 Eylül’ü açıklamaya çalışması hiç de kolay olmuyor. Oscar’ın bir türlü yanıt bulamadığı kafasındaki soru işaretleri birer kancaya dönüyor ve duygusal olarak bazı noktalara takılmasına neden oluyor. Merak unsurlarını da içinde barındıran bu hikâye bizi Oscar’ın küçük odasından çıkartarak Amerika’nın eyaletlerinde gezdiriyor, Central Park’ta bir salıncakta sallıyor ve güvenli bir şekilde yere bırakıyor. En İyi Film ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinde iki Oscar adaylığına rağmen törenden eli boş dönse de bu naif film izleyenleri pişman etmeyecek bir güzelliğe sahip. Şüphesiz ki 11 Eylül’de o bina havaya uçarken etrafa binlerce acıklı hikâye saçıldı. O günden sonra olayı pek çok açıdan görmemizi sağlayacak sayıda film yapıldı mı emin değilim ama bu filmin bir pencere daha açtığı kesin. T.A.
Bazı filmler, henüz proje aşamasından itibaren sizinle arasına bir mesafe koyuyor ister istemez. Ya filmin konusu, ya durduğu yer ya da bizzat kendisi bu durumun nedeni. J. Edgar özelinde şunu söyleyebiliriz: FBI'ın kuruluşunda en etkin rollerden birini üstlenen J. Edgar Hoover'ın, yaklaşık 50 yıla dayanan hikâyesi ve tamamı en kötü ihtimalle Oscar adayı olmuş bir ekip, insana ister istemez bir formül işiyle karşı karşıya olduğunu hissettiriyor. Filmden çıkan ilk poster ve fragmanın ardından da bu fikrin değişmesi zor oluyor. En fenası da filmi izlemek için perdenin karşısına geçince de J. Edgar'ın henüz proje aşamasında hissettiklerinden farklı hiçbir şey hissettirmiyor olması. Kahramanımızın gençlik ve yaşlılık dönemini, tahammül etmesi zor bir aksan ve hiçbir inandırıcılığı olmayan ağır bir makyajın altında oynayan Leonardo DiCaprio'nun -"Sean Penning" adını verdiğim bir oyunculuk biçimi olan- oynadığı karakteri gerçekliğinden sıyırarak, bir özürlüymüşçesine bedene getirme performansı, Oscar endişesini öylesine yansıtıyor ki, insan bu önyargıdan kurtulmaya çalıştıkça filmden bir tık daha kopuyor. Armie Hammer, Naomi Watts ve Judi Dench de ellerinden geleni yapıyor ama bu, ne Dustin Lance Black'in taraflı senaryosunu, ne de Clint Eastwood'un tembel ve kasıntı rejisini kurtarmaya yetiyor. Sonuçta ortaya ilginç olabilecekken, Oscar akademisinin bile görmezden gelmeyi seçtiği, ağdalı ve teatral bir iş çıkıyor. M.A.
Eğer yaşıtlarınıza göre daha iriyseniz (kaba tabirle obez), onlar gibi kıyafet olayını kafaya takmıyor ve okula çizgili pijamalarınızla geliyorsanız, üzgünüm ama acımasız lise yıllarının tadına bakmak zorundasınız... Herkes ondan ergen davranışlar beklerken o 15 yaşında olgun ve iyi kalpli bir genç. Yaşadığı hayatın kolay olmadığının farkında olan ama mücadele etmek gibi bir derdi olmayan Terri (Jacob Wysocki), lisenin rehberlik bölümü için ideal bir “sorun” haline dönüşüyor. Okulda disiplini sağlamaya çalışan ve bir yandan da lisede görünüşü yüzünden öğrencilerin dalga geçmesi için adeta bir hedef tahtası gibi dolaşan öğrencilere destek olmaya çalışan Mr. Fitzgerald (John C. Reilly), Terri’nin de bu grupta yer almasına karar veriyor. Anne ve babasının nerede olduğunu bilmeyen ve hasta amcasına bakmanın sorumluluğunu elinden geldiği kadar yapmaya çalışan Terri, zamanla Mr. Fitzgerald ile duygusal bir yakınlık kuruyor. Hiç arkadaşı olmayan, içine kapanık Terri’ye bu süreçte dışlanmış 2 liseli daha ekleniyor ve uzaktan izlediğimiz Terri’nin hayatı renklenerek olgunlaşmaya devam ediyor. !f İstanbul’da bu yıl Hit Filmler bölümünde izleme imkanı bulduğumuz bu ABD yapımı filmin yönetmen koltuğunda avangart film yönetmeni olarak adlandırılan Azazel Jacobs oturuyor. 2011 Sundance Film Festivali’nde gösterilen ve iyi övgüler alan Terri’de özellikle bir sahne dikkat çekiyor. Üç sorunlu liselinin bir evde toplanıp içki içtikleri bu sahne ile film bizi lise yıllarımıza götürüyor. O yıllarda yaptığımız aptalca şeyleri hatırlamamıza neden olan film bu sahne ile bir ergen belgeseli gibi söz konusu duruma ışık tutuyor. Lisedeyken belki çok popülerdiniz ya da içine kapanık bir gotiktiniz, belki de ismen hatırlanmayan ancak yüzü görüldüğünde anımsanan sıradan biriydiniz ya da en kötüsü olan hedef tahtasıydınız... Hangi grupta olursanız olun, Terri sizi o yıllara geri götürüyor ve belki de o yıllarla hesaplaşabilmeniz için size yardım ediyor. Terri size neden mi yardım ediyor? Çünkü sizin iyi kalpli bir insan olduğunuzu biliyor. T.A.
Geçtiğimiz aylarda Perfect Sense'ini izlediğimiz David Mackenzie'nin vakit kaybetmeden çektiği ve aynı yıla yetiştirdiği yeni filmi You, Instead tamamı bir müzik festivalinde, yaklaşık 36 sattte geçen, küçük bir romantik komedi. 76 dakikalık süresi boyunca bir müzik festivalinde karşılaşabileceğimiz hemen her türlü şeyi, birbirine kelepçeyle bağlı iki grup üyesine yaşatan film, bildik romantik komedi klişelerini festival alanına taşıyor. Gerçekte de kendilerine ait grupları olan başrol oyuncuları Luke Treadaway ve Natalie Tena'yı da bu gerçek grupları The Make ve The Dirty Pink's ile performans sunarken izliyoruz filmde. Çekimleri geçtiğimiz yıl, İskoçya'nın en önemli müzik festivali T in the Park'ta gerçekleştirilmiş olan filmde, festivalden seyirci ve müzik topluluklarına ait performans görüntüleri de seperatör görevi üstlenmiş durumda. Tartışırlarken birbirine kelepçeyle bağlanan çiftimizin, sevgilileri, grup arkadaşları ve sahne performanslarına şahit olduğumuz You, Instead, eğlenceli bir fikirden yola çıksa da son derece zayıf senaryosu ve duygu geçişleri konusundaki inandırıcılıktan uzak hâliyle çoğu zaman bir İngiliz gençlik dizisinden bile vasat bir tat veren ama yine de kendini kolayca izleten ve bizi kışın ortasında, biralarla duş alınan bir müzik festivaline sürükleyen hâliyle, şu sıralar eğlenceli bir seçenek olabilir. M.A.