Bantmag

ALBÜMDEN ÖNCE, GRUBUN “BEN YİNE SANA VURGUNUM” YORUMU SINGLE OLARAK YAYINLANACAK. SONRASINDA DA MUHTEMELEN BİR TÜRKİYE TURNESİ YOLDA. KISACASI GRUBUN ÖNÜNDE EPEY HAREKETLİ BİR DÖNEM VAR.

 

Tamburada ve Dandadadan'la alıştığımızdan daha gürültülü bir yapıda şarkılarını üreten Kara Orkestra, yaklaşık dört yıldır bir arada. Korhan Futacı'nın yaklaşık 10 yıldır stüdyo olarak kullandığı Atölye'de üretimini yapan Kara Orkestra'yla ilgili sorularımızı da Atölye'de sorduk Futacı'ya. Tabiî Futacı'yı yakalamışken Kujo ve Konstrukt'tan da bahsettik, bugüne kadar onlarca albüm yayınlamış Korhan Futacı'nın aslında kayıt yapmayı sevmediğini de bu röportajla öğrendik.

 

Tahminimce sana önceden de defalarca sorulmuş bir soruyla başlayalım. Tamburada ve Dandadadan'dan sonra bu sefer Korhan Futacı ve Kara Orkestra'yla karşımızdasın. Bildiğim kadarıyla ilk başta solo olarak birşeyler yapmak vardı aklında, yanılıyor muyum?

Aslında solo proje gibi düşündüm ilk başta ama çok kısa sürdü o. Öyle yapamayacağımı anladım çünkü bir grupla haşır neşir olmam lâzım. Grup müziğini biliyorum, senelerdir onu gördüm, alışkanlık oldu. Solo müzik yapmanın kendine göre zorlukları var ama kolaylıkları daha fazla. Mesela “Bilgisayarda yapacağım ben müziğimi” dersin, belki bir iki kişiyle birlikte kapanıp yaparsın. Kafamdaki hiç öyle bir şey değildi. Müziğin doğası gereği canlı çalınması, performans hattâ iyi performans yapılması, grubun bir arada olmasından kaynaklanan o kimyanın çıkması falan çok önemli benim için. Bunun için zaman da gerekiyor. Ben de bu zamanı göze almaya karar verdim. Esas olan şey odada birlikte çalarken iyi müziğin ortaya çıkması bence. Dediğim gibi “solo” fikri çok kısa sürdü. Grup müziğinden vazgeçmenin mânâsı yoktu yani.

 

Ben Dandadadan'ı albümüyle tanımış birisi olarak birçok kişiden albümden önceki canlı performansların daha farklı olduğunu duymuştum. Ama Kara Orkestra ile birlikte canlı performans ve albümde bir paralellik görüyoruz.

İkisi de canlı çünkü. İlk albümü de burada, Atölye'de kaydettik. Yedi kişi burada çaldık. Teknik olarak çok memnun kalmadık tabiî. Çok fazla insan, yüksek sesli müzik. Her şey biraz birbirine girdi ama biz bunu yayınlayalım dedik çünkü bu bizim hâlimiz, biz kendi kendimize kaydettik. İkinci albüm daha iyi şartlarda kaydedildi, dersler çıkarıldı tabiî. Açıkçası ben albüm kaydetmeyi, kayıt yapmayı sevmiyorum. Bir stüdyom var ama burayı daha çok sesler denensin, çalınsın, prova yapılsın, insanlar bir araya gelsinler, birlikte vakit geçirsinler diye kullanıyoruz. Dışarı çıkıyoruz, mangal yapıyoruz, köpekler geliyor. Muhabbet, yemeler, içmeler. Sonra çalalım diyoruz, çalıyoruz. İşin aslı, kendi kulaklarımla duyduğum şey başka bir şey, iki tane hoparlörden duyduğum şey başka bir şey. Hoparlörde büyük bir kayıp var, mikrofon zaten kulağı taklit eden, metalden falan yapılmış bir şey, onun ciddî bir kaybı var. Bir de canlı müzik çalınan yerde sadece kulağın işittiği şeyler olmuyor. Orada insanların bir arada oluşturduğu bir aura var ve bir şekilde orada o alışverişten kaynaklı olarak konserlerin sonlarına doğru işler iyice çığırından çıkıyor. O yüzden albüm kaydetmeyi sevmiyorum. Grupla birlikte çalarken vücudumla duyduğum sesin kötü bir kopyası gibi geliyor bana.

 

Peki sence bir zorunluluk mu albüm kaydetmek?

Bir kayıt yapman gerekiyor, bütün sistem maalesef bunun üstüne kurulmuş durumda. Mesela festivale gideceksin, “Bize bir kaydınızı gönderir misiniz?” diyorlar, oralardan başlıyor olay. Ben bu zamana kadar hiçbir albüm kaydetmeseydim, hiç kayıt yapmasaydım ne olurdu? İki ucu boklu değnek aslında. Bugüne kadar tek bir kayıt bile yapmamış olmayı çok isterdim. Budist rahiplerin kuma resim yapması gibi. Önce kuma resim yapıyor, bir sonraki resme kadar o orada duruyor ama o kendisi silmese zaten rüzgâr onu alıp götürüyor. Ama günün şartlarında yapmak zorunda kalıyorsun.

 

Kara Orkestra'ya dönelim, bu ekip nasıl oluştu?

Üç-dört sene önce, elimde bir sürü şarkı vardı ve bu şarkıları da bir şekilde ben söylemek, çalmak istiyordum. İlk başta Selim Saraçoğlu'yla birlikte oturduk işin başına. Bu şarkıları nasıl aranje ederiz, yeni bir şey nasıl buluruz diye. Yedi-sekiz ay inzivaî bir hayat yaşadık stüdyoda; bir gitar, vokal, çalıyoruz, söylüyoruz, birşeyler kaydediyoruz, dinliyoruz. Tabiî bu bir yere kadar. Sadece hayal etmekle kalıyorsun. Sonrasında tesadüfler zinciri şeklinde kendimizi altı kişilik bir ekip olarak bulduk. Ekip değişti zaman içinde. İnsanlarla bir araya geliyorsun, kimyan, müzikal dilin uyuyor mu uymuyor mu onu görüyorsun. Birkaç aşamadan sonra Ediz geldi, Özün en baştan beri vardı, Barlas geldi, Gökhan Şahinkaya geldi. Klavye çalacak birini arıyorduk. Birileriyle çaldık, “Yok, böyle değil” dedik. Gökhan'la Görkem (Karabudak) de ev arkadaşıydı o zamanlar. Zaten Çilekeş'te de beraber çalıyorlardı. Gökhan bir gün “Görkem biliyor tüm şarkıları, ben evde çalışırken o da klavyelerini çıkarttı zaten” dedi. Hakikaten Görkem bir geldi, bütün parçaları çalıyor, bizden daha iyi biliyor. Bazen “Ağbi, orası öyle değildi böyle olacaktı” diye bizi uyardığı bile oldu. Herkes aslında aynı dönemde bir araya geldi.

 

Şarkı yazım sürecini merak ediyorum. Benim tahminim senin bir fikirle geldiğin sonrasında da grup hâlinde onu elden geçiriyorsunuz gibi bir yol izlendiği.

Çoğunlukla öyle oluyor. Şarkı yazmaya devam ediyorum, boş kaldıkça kendi şarkılarımla ilgileniyorum. Barlas'la birlikte bir ön çalışma yapıyoruz, bir eskiz hazırlıyoruz parçaya. Ortaya bir belkemiği çıkarttıktan sonra da bir araya gelip çalıyoruz ve bambaşka bir şey oluyor. Tabiî ondan sonra çıkan sese göre yeniden işleniyor iş.

 

BUGÜNE KADAR TEK BİR KAYIT BİLE YAPMAMIŞ OLMAYI ÇOK İSTERDİM. BUDİST RAHİPLERİN KUMA RESİM YAPMASI GİBİ. AMA GÜNÜN ŞARTLARINDA YAPMAK ZORUNDA KALIYORSUN.

 

Yeni albümden bazı şarkıları Akustikhane programındaki canlı performansta dinledim. Şarkıları dinlerken düşündüğüm şey, senin şarkı sözlerini şiir olarak okusam, “Bunlar Korhan Futacı'nın sözleri” diyebileceğimdi. Şarkı sözlerin nasıl çıkıyor ortaya? İlham kaynakların neler?

Aslında daha çok anlık motivasyonlarla çıkıyor. Bir şey yazmaya başlıyorum, bir ilk cümle geliyor ve gerisi geliyor. Eğer yarıda kaldıysa ya da bir dörtlük yazıp bıraktıysam ona çok da devam edesim gelmiyor. Nasıl ilk çıktıysa öyle kalmasına dikkat ediyorum. Sözün fikri de yine anlık fikirlerden geliyor. “Pavurya” mesela Özün'le birlikte çok fazla konuştuğumuz bir şeydi; sarhoş olup yan yürümek, yengeç gibi yürümek. Yengeçten sonra o pavuryaya dönüştü. Şarkıda da ondan bahsediyor. İki arkadaşın gecenin bir yarısı deniz kenarında yürümesini anlatıyor. Dünyayı kurtaran şeyler değil aslında. Bu tip şeylerden çıkıyor genel olarak. Çok sık söz yazan biri de değilim aslında. Mesela bir şarkı yapmışım ama sözleri yok. Tema var ortada ama söz yazılması gerek. O zaman karalar bağlıyorum işte. Hiç beklemediğin bir anda da o şey çıkıyor. O yüzden artık hiç acele etmiyorum bu konularda, zamana bırakıyorum. Ne zaman ne gelirse.

 

Şimdi Pavurya albümü yayınlanacak. Ondan önce de bir single var sanırım yolda.

Pavurya hem ses CD'si hem de DVD olarak çıkıyor aynı pakette. Yine canlı kaydettik albümü ama bu sefer madem canlı çalıyoruz kameralar da kaydetsin dedik. Murli'nin mekânında, Maslak'ta Oto Sanayi'de Can Aykal, Berk Kula ve Murli birlikte kaydettiler. İstanbul Strings bazı şarkılarda eşlik etti bize. Teknik imkânlar yüzünden onları aynı anda alamadık, kaydın üzerine çaldılar. 10 parçalık bir kayıt oldu. Artık bir “albüm” olarak da düşünemiyorum kayıtları. Biraz uzaklaştım o şeylerden. “Bunlar, orada üç gün boyunca çaldığımız, kaydettiğimiz müzikler” diye bakıyorum. O yüzden de albümden ziyade bunları “Şarkıların o anki hâllerini not alma” gibi düşünüyorum. Çünkü sürekli değişiyor. Ağustosta kaydettik albümü, şimdi bambaşka çalıyoruz. Video çekimi de stüdyoda biz çalarken yapıldı, Umut Kebabçı yönetti. Güzel bir iş oldu. Kendi çapımızda iyi bir prodüksiyon yaptığımızı düşünüyorum. İyi bir kayıt oldu, görüntüler iyi oldu. Yapımcılığını Ozan Açıktan yaptı. İş bitti aslında şu anda, düzeltmeleri falan da yapıldı. İlk önce single gibi bir şey yayınlayacağız. Yine aynı yöntemle, bu sefer daha büyük bir mekânda, daha çok ışık ve daha çok kamera ile kayıt yaptık “Ben Yine Sana Vurgunum” parçasına. Onu yayınladıktan hemen sonra, o şarkının da 11. parça olarak dâhil olmasıyla birlikte albümü yayınlayacağız.

 

BÜLENT, BENİM ÇOK ESKİDEN YAZDIĞIM BİR PARÇAYDI. BÜLENT ERSOY İNANILMAZ BİR SES. DİNLEDİĞİMDE AĞZIM AÇIK KALIYOR. PARÇA DA TİPİK HİCAZ MODLARINDA, YAZARKEN DAHA İLK NOTALARINDA BİLE GÖZÜMDE CANLANDI. BÜLENT OLSAYDI DA SÖYLESEYDİ DEDİM. GERÇİ PARÇA ENSTRÜMANTAL…

 

“Ben Yine Sana Vurgunum” yorumu nasıl çıktı peki ortaya?

O şarkıyı çok eskiden çalıyorduk. Kendi kendime “Yorum yapmayalım, kendi şarkılarımız var zaten” diyordum. Pavurya'nın içine koysak mı diye de düşünmüştük. Koymamaya karar verdik. Akustikhane programına gittiğimizde Zafer mutlaka bir yorum parça istediğini söyledi. Bizim prova yapacak vaktimiz yoktu, neyi çalacağız diye sorduğumda “Siz ayarlarsınız birşeyler” dedi. Programda şimdiye kadar her konuk bir yorum çalmış. Alttan girdi, üstten çıktı bize çaldırttı o şarkıyı. Aylar öncesinde çalmayı bırakmıştık şarkıyı, o gün orada bir kere hatırladık ve çaldık. Onu çalınca ve televizyonda da yayınlanınca üzerine yapışıyor. “Bu şarkıyı çalan grup” konumuna geldik. Biliyordum böyle olacağını. Sağ olsun, bizim plak şirketi de beğenmiş. İlk bunu yayınlama fikri onlardan çıktı.

 

Orada çaldığınız Bülent şarkısı da var sanırım albümde. O sanırım Bülent Ersoy'a ithaf ettiğiniz bir şarkı hattâ yanılmıyorsam eskiden Dandadadan'la da çalıyordunuz.

Benim çok eskiden yazdığım bir parçaydı o. Kara Orkestra'yla başka türlü bir hâle çekildi. Bülent Ersoy inanılmaz bir ses. Dinlediğimde ağzım açık kalıyor. Müthiş bir kulak ve acayip söylüyor. Parça da tipik hicaz modlarında, yazarken daha ilk notalarında bile gözümde canlandı. Bülent olsaydı da söyleseydi dedim. Gerçi parça enstrümantal... İnsan her şeyden etkileniyor. O parçaya da bir katkısı olduğunu düşündüğüm için ona ithafen bir isim koymuştuk.

 

“Abra Kadabra” klibi çok sevdiğim bir klip. Yeni albüm için var mı aklınızda o tip bir çalışma?

“Abra Kadabra”da hiç playback yapmadık, şarkıyı bir daha çalıyormuşuz gibi. O kafalar biraz bozuyor bizi, stüdyoya girip şarkıyı çalıyor gibi yapalım, kameralar bizi çeksin falan. O yüzden “Ben Yine Sana Vurgunum” klibini canlı yaptık. Zamanla alâkalı biraz. Tamam, canlı çalarken bir grubu izlemek çok güzel ama hikâye olarak da birçok şey canlanıyor kafamda. Mesela “Pavurya” için. Bizim playback yapmadığımız, hikâyenin anlatıldığı birşeyler olursa klipler çekilebilir.

 

Yakında kesinleşen konserler var mı?

14 Mart'ta ODTÜ'de Rock Şenliği'nde çalıyoruz. Onun dışında belli bir şey yok ama albüm ve single'ın çıkmasının ardından bir turne olacak gibi gözüküyor. Tarihleri henüz belli değil ama Türkiye'de uzun bir turne yapabiliriz.

 

Şehir dışında çaldı mı hiç Kara Orkestra?

Hiç çalmadık. Bir tek Bremen'de çaldık şehir dışı olarak. 14 Mart'ta ilk defa İstanbul sınırları dışında çalacağız. Hiçbir şey için acele etmedik, kendiliğinden olsun istedik. Bana her gün mail geliyor “Gelin Ankara'da çalın, İzmir'de çalın” diye. Ama mekânı arayıp da “Kardeşim biz geliyoruz” deyip gidemiyorsun, seni çağırmaları gerekiyor.

 

Kujo ne âlemde bu günlerde?

Selim şu günlerde kendi albümüyle uğraşıyor. Yavaş yavaş başladık çalışmaya o albüm için. Burak zaten Kurban'la meşgul, ben de Kara Orkestra'yla doluyum. O yüzden biraz işlerimize bakmaya karar verdik. İstediğimizde bir araya gelir çalarız, zaten yakın oturuyoruz diye düşündük. Öyle bir rahatlıkta işi bazen bozabiliyor.

 

Konstrukt nasıl durumda peki? Beyrut konseri olmuş yakın zamanda.

Konstrukt aslında iyi gidiyor. O da şaka maka dört yıldır devam ediyor. Beyrut'a gittik, iki konser verdik. Birinde sadece Konstrukt olarak çaldık, diğerinde de 12 kişiydik; bir kısmı sonradan Beyrut'a yerleşmiş, bir kısmı Beyrut'lu olan müzisyenlerle çaldık. Garip bir şekilde dünyanın her yerindeki serbest müzik çalan, sadece doğaçlamayla müziği oluşturan, sadece o disiplinle kendini oluşturmuş insanlar birbirlerini buluyorlar.

 

ATÖLYE RECORDS'U KURMAK İSTEDİK AMA SONRASINDA BENİM İŞİM DEĞİL DİYE DÜŞÜNDÜM. MECBUREN KAYIT DA YAPIYORUM, HER ŞEYİNDEN DE ANLIYORUM AMA PLAK ŞİRKETİ OLMAK BAŞKA BİR SORUMLULUK. İNSANLAR “PLAK ŞİRKETİ KURDUN NİYE HİÇBİR ŞEY YAYINLAMIYORSUN?” DİYE SORACAK MESELA. BELKİ DE O SIRADA YAYINLAMAYA DEĞER BİR ŞEY BULMUYORUMDUR, BELKİ KENDİ İŞİMLE İLGİLENİP SAHNEDE OLMAK İSTİYORUMDUR…

 

Konstrukt'un hep böyle bir imajı vardı zaten. Sürekli yabancı müzisyenlerle konserleriniz oluyordu.

Bu camia kısıtlı bir camia. Dinleyicisi çok yok; çalan zaten o kadar fazla adam yok. Aslında kafadan atmasyon gibi gözükse de bir yapısı ve bir disiplini var. Onu aslında çala çala öğreniyorsun. Konstrukt'un ilk zamanlardaki kayıtlarını ve şimdiki kayıtlarını dinleyince gördüğüm bir şey var; aslında bir dil oluşuyor. Her ne kadar serbest doğaçlama da olsa insanlar birbirini tanıdıkça ortaya neler çıkabileceğini bildikçe kendiliğinden bir dil çıkıyor. Mesela Beyrut'ta 12 kişi çaldığımız konserde öncesinde bir şey tasarladık. Şunlar giriyor, şunlar ekleniyor, bunlar çıkıyor, bunlar kalıyor falan filan diye uzun bir şey hazırladık ve ona göre çaldık mesela. 12 kişi beraber çaldığı için herkesin sürekli aynı anda çalmasını engellemen gerekiyor. Herkesin beraber çaldığı anlar da oldu tabiî ki ama daha zorlu olurdu. Birşeylerin oturması ve bir şeye bürünmesi yarım saati falan bulabilirdi öyle. O yüzden böyle bir şey hazırladık, çok da güzel oldu böyle girmek. Onun dışında Peter Brötzmann'la kayıtlar yaptık, Sun Ra Orchestra'nın şefi Marshall Allen'la kayıtlar yaptık. Bu müziğin babaları bu isimler bir yandan. Fark ettim ki o adamlarla çaldıkça kendi adıma çok şey öğrendim. İşlerin aslında o kadar da kolay olmadığı, “Birşeyler çalayım da olsun” diye yürümediği, bir şey söylüyorsan tam söylemen gerektiği, herkesi bir yere çekmek istiyorsan daha fazla ve inançla ve kuvvetle yapman gerektiği gibi şeyler, opsiyonlar, varyasyonlar öğrendim o adamlardan. Bir de uzun uzun çalma şansımız oldu onlarla. Marshall Allen, 86 yaşında ama çok iyi bir durumda. İnanılmaz bir enerjisi var. Bu kayıtlar yayınlandı önceden. Şimdi de Marshall Allen, Peter Brötzmann ve Evan Parker'la yaptığımız kayıtlar Almanya'da üçlü bir plak seti olarak yayınlanacak. Onu bekliyoruz biz de.

 

Biraz da Atölye'den bahsedelim. Çok fazla paylaşımın olduğu bir yer, yaklaşık 10 yıldır buradasın ve buraya önem verdiğini de rahatlıkla görebiliyorum. Bize biraz burayı anlatabilir misin?

Resim geleneğinden geldiğim için hep bir mekânın olması gerektiğine inanıyorum. Resim yapmak istiyorsan her zaman bir atölyen olması lâzım. Hele bir de büyük boyutlu çalışıyorsan istediğin gibi dağıtabileceğin, istediğin gibi çalışabileceğin bir mekânın olması gerek. Tabiî insanın mekânı olması çok güzel bir şey. Burası çok büyük bir yer de değil ama akıllı kullanınca çok fazla şey yapabiliyorsun. Burada sayısız kayıt yaptık, geçen gün saymaya çalıştık, 25 albüm falan olmuş şaka maka burada kaydettiğimiz. Yasemin Mori'nin ikinci albümünün her şeyini burada kaydettik.

 

O ne zaman çıkacak?

Çok yakında, şimdi mikslerini bekliyoruz.

 

Bir ara Atölye Records diye bir fikrin vardı sanırım.

Atölye Records'u kurmak istedik ama sonrasında benim işim değil diye düşündüm. Mecburen kayıt da yapıyorum, her şeyinden de anlıyorum ama plak şirketi olmak başka bir şey. O başka bir sorumluluk. İnsanlar “Plak şirketi kurdun niye hiçbir şey yayınlamıyorsun?” diye soracak mesela. Belki de o sırada yayınlamaya değer bir şey bulmuyorumdur, belki kendi işimle ilgilenip sahnede olmak istiyorumdur. O işleri hakikaten bilen, isteyen birisi yapsın diye düşündüm.

 

Var mı senin son olarak söylemek istediğin bir şeyler?

İnsanlar konserlere gelsin. Konserler çok keyifli oluyor. Bunları aslında konuşmuyor olmamız lâzım ama müzik canlı dinlenir, yerinde, nerede çalınıyorsa orada dinlenir. Sistemin getirdiği korkunç bir durum var. MP3'ler falan. Geçen gün bir arkadaşım bilgisayarında tam 25.000 MP3 olduğunu söyledi. Dinlemeye kalksan 50-60 gününü alır. Müzikten de ötede, insanların zihinlerini biraz daha sakinleştirmeleri, boşaltmaları gerekiyor bence. Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu fark edersek hep birlikte bence daha iyi günler geçiririz diye düşünüyorum. İnsanlar üç saatte işe gidiyor, üç saatte eve dönüyor. Yemek yiyip, bir saat falan oturup uyuyor. Haftada bir tek boş günü oluyor mesela ne yapacağını şaşırıyor. Bence psikolojik bir çöküntüyle yaşıyor bütün halk. Buna hep birlikte “hayır” denmediği sürece bu böyle gider.