Bantmag

ALTYAZI DERGİSİ İLE BANT MAG.'IN SEYİRLİK SERİSİ “2 DERGİ 1 YÖNETMEN”İN MART KONUĞU OLACAK CAN EVRENOL'LA 16 MART'TA KADIKÖY ARKAODA'DAKİ RANDEVUMUZ ÖNCESİNDE KORKU SİNEMASI ÜZERİNE ÜÇ BEŞ KELAM ETTİK.

 

Pek çok röportajının açılış sorusu olan "neden korku sineması" sorusunu direkt atlıyorum. Hem bir korku sineması hayranı olarak "neden olmasın" tarafındayım, hem de mesele "birşeyler söylemek" ise korku sinemasının bunu gayet başarabildiğini düşünüyorum. Ama şunu sorayım, korku sineması uçsuz bucaksız alt türleriyle geniş bir derya. Senin kısaların daha çok gore, yani dehşet -vahşet-şiddet üçlüsü üzerinden işleyen bir türe işaret ediyor. Bu anlatım biçiminde seni çeken nedir?

Aslında ben kendi kısa filmlerimi tam “gore” olarak görmüyorum. Sembolik filmler onlar benim için daha çok. Ama o sembollerinden arasından bir yerde film kendi içinde duramasın, kabuğuna sığmasın ve fışkırsın istiyorum sanırım. “Gore” dediğimiz zaman benim aklıma Guine Pig, HostelCannibal Holocaust gibi filmler geliyor. Bunları da seviyorum ama benim esas kalbimden geçen janr bu değil. Ben, lise dönemlerimde David Lynch filmleri izlerken hissettiğim şeyler, Lovecraft hikâyelerindeki atmosferler ve sonrasında Lucio Fulci’nin aşırıcılığını birleştiren bir çizgide yapmak istedim kısa filmlerimi. En azından benim için öyleler diyebilirim becerebildiğim kadar. 

 

Sık sık korku filmi izleyen kişilerde bir süre sonra bu türün izleyende uyandırmayı amaçladığı gerilim veya dehşet hissi biraz silikleşiyor. Hem korku sinemasının mekaniklerini yakından tanımakla, hem de zamanla bu türün anlatımından korkmaktan ziyade keyif almaya başlamakla alâkalı olsa gerek.  En son gerçekten korktuğun bir filmi hatırlıyor musun?

ötekisinema.com’da korku filmi illa korkutan film demek değildir diye defalarca tartışmışızdır bu konuyu. Çünkü bir filmden korkmak başka, lezzet almak başka. Heyecanladıran korku filmleri var, felsefe yapan korku filmleri var, asap bozucu filmler var, asap bozucu gerçek görüntüler var, güldüren korku filmleri var, moral bozan dramlar var... Hepsi ayrı. Filmin janrı ile seyirciye hissettirdikleri çoğu zaman iki farklı unsur aslında. Ben küçükken Akira Kurosawa’nın filminde o nükler bomba bulutunun içinde açan gözden çok korkmuştum mesela. Bugün hiçbir film beni artık o kadar korkutamaz. Ama bu demek değil ki bugün izlediğim filmleri o kadar sevmiyorum. En son gerçekten korktuğum film, evde tek başıma izlerken yarıda durdurup havanın aydınlanmasını bekleyip ancak öyle devam edebildiğim Paranormal Aktivite oldu. Ondan bir önceki de 18 yaşında izlediğim Blair Cadısı’ydı. Blair Witch’i özgün bir sanat eseri olarak kabul eder, ve çok severim. Ama Paranormal Aktivite’yi pek yüksekte tutmuyorum.

 

Peki ilk defa kortuğun ânı hatırlıyor musun? Ya da hatılardığın ilk korku hissi nerde  nasıldı?

En eski korktuğum an olarak… Aslında hiç böyle düşünmemiştim. Aklıma ilk kâbusum geliyor. 5 yaşındaydım. Kardeşim de daha anca 1 yaşında galiba. Rüyamda Bugs Bunny’i kovalayan çizgi Napolyon’un kardeşimi annemin ütü masasına yatırdığını ve kılıcıyla onu doğramak üzere olduğunu hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa ağlayarak bir rüyadan uyanmıştım. Sonra da düşündükçe bu rüya beni uzun süre hem çok korkutmuş, hem de kâbus görme konsepti (sonunda sağ salim uyanmak da varsa) oldukça hoşuma gitmişti.

 

 

İlham aldığın yazarlardan birinin Ömer Seyfettin olduğunu biliyorum. "Beyaz Lale" gibi öykülerini okuduğumdan neden olduğunu da anlıyorum… Ömer Seyfettin ile olan ilham ilişkini biraz anlatır mısın? Seni hangi öyküler etkiledi mesela?

İlk defa ilkokulda “Kaşağı”yı okumuştum ve inanılmaz bir karanlığa kapılmıştım. O küçük kardeşin ölmesiyle dünya başıma yıkılmıştı. Annem de Ömer Seyfettin’in aslında çocuklar için falan olmadığını, daha olgun bir yaşta okunması gerektiğini söylerdi hep. O yüzden o yaşlarda Ömer Seyfettin hikâyelerinden uzak durdum. Elime tekrar bir Ömer Seyfettin hikâyesi aldığımda üniverstedeydim. Bu sefer “Beyaz Lale”de okuduklarım beni şoke etmişti. Marquis De Sade’dan başka böylesine detaylı tasvir edilen hunharlıklar okumamıştım.

Bütün bunların dışında Ömer Seyfettin’in vatanının çöküşüne şahit olması da beni oldukça derinden etkilemiştir. Keza Ömer Seyfettin’in ölümü Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı civarlarındadır. Yani Osmanlı’nın düştüğü en son noktadır. Seyfettin de bütün bunları görmüş, anılarında hep bunlardan dert yanmış, ve sonrasında gelen yükselişi de göremeden olabilecek en karanlık noktaya tanık olarak hayata veda etmiş. Çok acıklı.

 

Başka nelerden, kimlerden ilham alıyorsun?

Belli bir kaynağım yok. Her şey olabilir. Filmler, oyuncaklar, resimler, hattâ haberler. İran’daki protestolarda öldürülen bir kadının gözlerinin kayıp son anda objektife takılışından, Slayer’ın şarkı sözlerine kadar birçok farklı şey bana sinematik olarak fikirler verebiliyor. Bazen 80’lerden bir çizgi film, bazen YouTube’da izlediğim bir reklam… Tom Savini’nin Vietnam Savaşı’nda fotoğrafçı olması ve etrafındaki dehşete kadrajın içinden bir makyajcı gözüyle bakması gibi bakmak lâzım bazen dünyaya.

 

Vidalar hariç, tüm kısalarında çocuk üzerinden işlenen bir şiddet var. Çocuk ya dehşet saçan ya da terörize edilen olarak çıkıyor karşımıza.  Çocuk ve şiddetin bir araya geldiği anlar, en baba gore filmlerinde dahi kameranın gözünü sahneden çevirdiği anlardır aslında. Senin çocuğu kullanmanın altında bu tabuyu yıkmak mı var, yoksa başka sebepler de bulunuyor mu?

Esasen ilk olarak Sandık’ta tabu yıkan bir olay olsun, farklı olsun diye bebekli bir sahne çekmiştim. O zamanlar Hills Have Eyes’ı izlemiştim ve o filmde bile bebeğin kurtulmasına takılmıştım. Benim filmimde bebek kurtulmasın, hattâ bu her şeyin odak noktası olsun dedim. Ama her hikâyemde bir çocuk ve aile olması başka bir şey. Aslında bunun altına birçok Freud’sal ve toplumsal altmetin koymak mümkün tabiî. Bu yüzden de içim rahat bir şekilde yapıyorum. Bana mânâlı geliyor. Ama bu bilinçli yaptığım birşey değil. Ben çocuklu filmleri ve hikâyeleri çok severim. Sebebi bu. Bisiklet Hırsızları olsun, Korugan olsun, Goonies olsun, Küçük Vampir, Pıtırcık, Child’s Play, Let The Right One In, vs...

 

Filmlerinde diyalog ya yok, ya da oldukça minimal olarak var. Bunun bir sebebi var mı?

Benim için sinema görsel bir anlatım olmuştur hep. İlk kısa filmlerimi çekerken diyalogsuz yazmak hem kolay geldi, hem de böyle daha güzel diye düşünüyordum. Hattâ sonra Kurban Bayramı adlı kısamda zorla diyalog koyup kendimi sınamak istedim. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Küçükken filmlerin konuşmalı sahnelerini ileri sarardım. Bugün de Frost/Nixon, Good Night and Good Luck gibi tamamen diyaloglu filmleri çok sevmeme rağmen, hâlâ aslında diyalogsuz sahnelerden daha çok etkileniyorum sanırım. Çok iyi hatırlıyorum, ortaokulda ilk defa Cine5’te Quiz Show’u izleyip, bu kadar az aksyonlu ve çok konuşmalı bir filmi bu kadar sevmiş olduğuma kendi kendime çok şaşırmıştım.

 

Kısalarında ustalıkla kullandığın bir diğer öğe de müzik ve ses. Bize beş  parçalık sağlam bir korku filmi soundtrack’i yapacak olsan…?

Kuğu Gölü diye animasyon bir film vardı küçükken annemlerle izlediğim. Çaykovski’nin Kuğu Gölü beni bir müziğin insana nasıl hükmedebilceğini göstermişti. Çok etkilenmiştim ve hâlâ da onu bir numaraya koymak isterim sanırım. Diğerlerini şimdi sıralayamayacağım ama Bernard Hermann, Howard Shore (Cronenberg zamanları), Basil Poledouris, John Carpenter’ın kendi besteleri, ve tabiî Ennio Morricone ilk aklıma gelenler. Son zamanlardan Clint Mansell’in de hastasıyız.

 

Peki bu aralar neler dinliyorsun?

Bu aralar Gooseflesh’e klip yaptığım için fazlasıyla Gooseflesh, ve benzeri Justice gibi elektronik müzik dinliyorum. En yeni keşfim ise PES 2012’nin müzkleri.

 

Bu soruyu en başta kendim ve diğer korku filmi tutkunları için soruyorum. Bize korku sinemasından birkaç gizli cevher önerir misin?

Dead of Night, Messiah of Evil, ve 90’lardan Frailty gibi hiçbir yerde kolay kolay duymadığım muhteşem filmler. Bir de 2010 yapımı, korku filmi kodlarını kullanan bir ortaçağ filmi olan Black Death var. Bence yılın filmiydi ama pek adı geçmiyor. Aynı şekilde 2011 için de Kill List diye bir film var yine yılın filmi diyebileceğim. Ayrıca Quest For Fire’ı izlemediyseniz hemen bu dergiyi kapatıp gidin bulun ve izleyin derim.

 

En son kısa filmin 2010'da çektiğin ve pek çok festivale katılan, bir kısmından da ödülle dönen Anne ve Babama oldu. 2010'dan beri neler yapıyorsun? Bir uzun metraj projesi var mı görünürlerde mesela?

Evet, “Kapıcı” diye bir senaryom var. Bir seneden fazladır uğraşıyorum ve artık çok yaklaştım gibi. Ama kesin birşey söylemek için daha hala erken. Atlantik Film yapımcılığında, "Anneme ve Babama" tarzında İstanbul’da geçen Türk yapımı bir film olacak. Onun dışında yine Atlantik Film’de yönetmen olarak çalışıyorum ufak ufak. Ve Bant okuyorum!.. diye yalaka bir şekilde bitirirmişim...