Bantmag

WAR HORSE

Steven Spielberg'ün savaş filmi çekmek, çekmediğinde yapımcısı olmak, onu yapamadığında senaryosunu yazmak gibi bir eğilimi var, malûmunuz. Formüle de hâkim, senelerdir izliyoruz duygu yüklü filmlerini. Ama 2012 senesinde bu konuyla ilgili anlatılabilecek yeni, ne kaldı gerçekten düşünüp düşünüp bulamıyor insan. Spielberg de çok kafa patlatmış olacak ki, sonunda bir at filmi çekmekte karar kılmış. Atına bir evcil hayvan kadar bağlı bir de genç adam yerleştirmiş hikâyenin ortasına. Tıpkı 1940'larda çekilen Lassie filmleri gibi, bu atın maceralarını ve yolculuğunu anlatıyor Spielberg. Bu arada evet, bütün bunları 2012'de yapıyor. Çok sevdiğimiz John Williams yine orkestranın başında, duygularımızı coşturuyor. Spielberg de gerek sahne geçişleriyle, gerek görüntü yönetimiyle, bundan 60-70 yıl önce çekilmiş filmlerin estetiğini yakalayamaya çalışıyor. Bu yıl gizli bir sözleşme imzalanmışçasına bitpazarına nur yağdıran filmlerden (Hugo, The Artist) biri olamıyor fakat War Horse. Çünkü bu filmlerde olan ve kendisinde olmayan çok önemli bir eksik mevcut: zekâ. Bildiğimiz hikâyeyi, üzerine hiçbir şey eklemeden, bizi yine bildiği şekliyle sömüre sömüre iki buçuk saatimizi çalıp kaçıyor Spielberg. Biz de arkasından “Yakalayın şunu! Kaçıyor!” diye bağıramıyoruz. Onun yerine altı dalda Oscar'a aday gösterip, yoluna kırmızı halılar seriyoruz. Bir dönem onlarca zekî fikir bulmuş bir adamın, günümüzde Mahsun Kırmızıgül gibi film çekiyor olması, nerden baksanız üzücü. M.A.

 

THE DESCENDANTS

Election, About Schmidt, Sideways gibi sevilen Amerikan bağımsızlarının yazar ve yönetmeni Alexander Payne, film çektiği hemen her yıl yapmış olduğu gibi bu yıl da, sezonun en çok konuşulan bağımsız hitine imza attı. Amerikan bağımsız sinemasının popüler örnekleri, son yıllarda sırtlarına, sarsılmaz bir formüle yaslayıp, taş taş üstüne koymaktan imtina ederken, Payne'in meseleye çok daha özenli yaklaştığını The Descendants'ın henüz on beşinci dakikasında anlamak mümkün. Karşımızdakinin bir Jason Reitman filmi olmadığını kavramamız da böylece uzun sürmüyor. Hikâyenin kaba hâli, parçalı Amerikan aile yapısı ve George Clooney'nin varlığı her ne kadar bize bazı ezberleri hatırlatsa da, hikâyenin derinleşmesiyle birlikte, Payne de seyircisine, çok iyi yazılmış yan karakterler ve ardı ardına gelen minik sürprizlerle göz kırpmayı ihmal etmiyor. Filmin festivaller ve ödül komitelerinden aldığı onlarca geri dönüşün de bir nedeni olduğunu fark ediyor insan bu sayede. George Clooney de her zamanki gibi. Zaten kendisinin bir drama adamı, bir de komedi adamı var. Senaryoda dram ya da gerilim sosu fazlaysa cebinden takım elbiseli adamı, komedi ya da ironi sosu fazlaysa bol gülümsemeli sevimli suratlı adamı çıkartıp oynuyor. Filmin esas yıldızları ise Clooney'ye eşlik eden aile üyelerini canlandıran Shailene Woodley ve Amara Miller ile büyük kızının sevgilisi Sid'i oynayan Nick Krause. M.A.

 

TINKER TAILOR SOLDIER SPY

İki sezon öncesinin çok sevilen İsveç vampir dramı Let The Right One In'in yönetmeni ilk İngilizce filmini çekmek üzere İngiltere'ye gidiyor. Çekimleri Macaristan ve Türkiye'yi de kapsayan bir dünya turuna çıkıyor. Gary Oldman, John Hurt, Colin Firth, Tom Hardy, Ciaran Hinds gibi isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosu kuruyor ve filmden yayınlanan ilk fragmanla beklentinin dozu iyiden iyiye artıyor. Peki son tahlilde karşımıza çıkan film ne? John Le Carré'nin Köstebek adlı çoksatan romanını okumamış, kitaptan uyarlanan ve 90'lı yılların başında TRT'de de gösterilen BBC mini dizisini izlememiş ve casus hikâyelerine de aşina olmayan bir insan için film, iki saatlik bir anlamlandırma savaşı. Film izlerken konuşulmaz ama şu sözcükler de ağzınızdan bir refleks sonucu çıkıyor âdeta: “Neymiş?”, “O kimdi?”, “Onu neden öldürdüler?”... Bu sorular arasında filmin hikâyesiyle ilişkili tek soru ise “Köstebek kim?” ne yazık ki. Ortalama bir zekâya sahip bir insanın filmden anlayabildiği yegâne şey, ortada bir köstebeğin dolanıyor olması. Yaptığım araştırmalara göre bu, yalnızca benim değil, filmi izlemiş yurtiçi ve yurtdışından yüzlerce insanın problemi. Dolayısıyla senaristlerin, hikâyeye aşina olmayanlara biraz insafsızlık ettiği gerçeği yadsınamaz. Buna rağmen Tomas Alfredson elinden geleni yapmış ve son derece parlak bir rejiyle iki saat boyunca izleyicisini ayık tutmayı başarmış. Neredeyse kusursuz bir görüntü ve sanat yönetimiyle de karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. Gary Oldman'ın kariyerindeki ilk Oscar adaylığını bu filmle kazanmış olması ise Akademi'nin ayıbı. Şimdiye kadar neredeydiler, bilinmez. Fakat Oldman özellikle bir iki kilit sahnede gerçekten de harikalar yaratıyor. Filmden de geriye, sürekli geri dönülen parti sahnesinin ihtişamı ve Oldman'ın yeteneği kalıyor zaten. Son olarak Colin Firth'ün filmdeki mevcudiyetinin ayaklı bir spoiler olduğunu eklemek isterim. Z.Ö.

 

RESTLESS

Ağzının kenarına çikolata bulaşmış bir çocuk sevimliliğiyle ölüm hikâyesi anlatan Amerikan bağımsızı Gus Van Sant, karakterlerini yaratırken epey kafa yormuşa benziyor. Benim hayalimde, pembe gözlük takıyor, bakıyor, deniyor, gözlüğü çıkartıyor, “gerçekçi olmalıyım” diyor ve bence film böyle doğuyor... Restless, çikolatalı kruvasan gibi, hem lezzetli hem de katmanlı. Bir katında bol kalpli bir aşk, diğer katında garip durumlar ve çikolata katına yaklaştıkça da bu garip durumları sıradan olaylarmış gibi yaşayabilen insanlar karşımıza çıkıyor. Ölüm, aklımıza geldiğinde uzaklaştırmaya çalıştığımız ama bir yandan da düşünmekten kendimizi alamadığımız bir son. Biz varsak demek ki ölüm yok diyerek kendimizi telkin ediyor ve Sant’in hikâyesine hemen kendimizi kaptırıyoruz. Ailesini çocuk yaşta kaybeden ve hayalî bir arkadaşa sahip olan Enoch Brae (Henry Hopper) ile bir cenazede tanışan müstakbel ölü Annabel Cotton (Mia Wasikowska) arasında başlayan aşk, bize en olmayacak şeyleri bile sevgiyle kabullenmemizi öğütlüyor. Film renkleriyle her ne kadar durağan gibi görünse de hikâye bizi oradan oraya götürüyor ve her geçtiğimiz yerden mutlaka bir bonus topluyoruz... Restless aynı zamanda bize arada güzel karelerle de göz kırpıyor: Sokakta yere yatıp tebeşirle etraflarını çizen çift görüntüsünden, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki çiftin buz üzerine yattıkları o romantik fotoğrafın tadını alıyoruz. Bir Amerikalı ile bir Japon bahriyelisinin Amiral Battı oynaması da bizi güldürürken düşündürüp böyle klişe laflar söylememize neden oluyor. Gus Van Sant sineması bugüne kadar bize az şey yaşatmadı. Çöllerde saatlerce yürüttü, bir okula sokup katliam yaptırdı, eşcinsel bir aktiviste dönüştürdü... Şimdi de Restless ile ölüme rağmen bizi aşkın kollarına bırakıyor. Bakalım önümüzdeki günlerde başımıza daha neler gelecek... T.A.

 

UNE VIE DE CHAT (A CAT IN PARIS)

Siz de “Bizim kedi gündüzleri bu kadar uyuyorsa bütün gece ne yapıyor acaba?” diye merak edenlerdenseniz A Cat In Paris size bir fikir verebilir. Bir suikast sonucu ölen babasının yasını sessiz kalarak tutan Zoe’nin en iyi arkadaşı uykucu kedi aslında iki hayata sahip. Hava aydınlıkken sürekli uyuklayan, arada bir sevimlilikler yaparak Zoe’nin acısını unutturmaya çalışan bu kedi geceleri Paris’in muhteşem mimarîsinde çatıların üzerinden atlayarak bir anda ünlü bir hırsıza dönüşüyor... İnsanı iyi hissettiren renk ve çizgileri, o çizgileri takip eden muhteşem müzikleriyle bu 70 dakikalık animasyonda gizem, cinayet, polisiye koşuşturmalar ve komplolar peşimizi bırakmıyor. Kocasının cinayetini aydınlatmayı kafasına koyan polis memuru annesi ile bir türlü iletişim kuramayan Zoe, bir gece kedisinin peşine takılarak olayları iyice hareketlendiriyor. Geçtiğimiz Filmekimi'nde izleme şansı bulduğumuz A Cat In Paris, keyifli seyri, hikâyesi, müzikleri bir yana, kedi sahibi ya da kedileri köpeklerden daha çok sevenler için anlık küçük esprilere de sahip... Bir suç hikâyesi üzerine çöreklenmiş gizemi, kendi kendinin patronu havasıyla gezinen ve sırlarla dolu bir kedi üzerinden anlatan bu sevimli animasyon belki bize dünyanın sırrını vermeyecek ama güzel bir 70 dakika yaşatacağı kesin. T.A.