Bantmag

“ASKERLER BABAMI ALMAK İÇİN GELDİKLERİNDE ANNEMİN BURDA DERGİLERİNİN MODEL PAFTALARINI GİZLİ PLANLARMIŞ GİBİ DİKKATLE İNCELEMİŞLER, NE OLDUĞUNU ANLAMADIKLARI İÇİN DE ORACIKTA PARAMPARÇA ETMİŞLERDİ. ASKERLER ÇOK AZ ŞEY BİLİYORLARDI, BİLMEDİKLERİ ŞEYLERDEN KORKUYOR, YOK ETMEK İSTİYORLARDI. BİZ ASKERLERDEN DAHA ÇOK ŞEY BİLİYORDUK VE BİZ DE BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN BİR AN ÖNCE YIKILIP GİTMESİNİ İSTİYORDUK”

 

-SİNEK ISIRIKLARININ MÜELLİFİ’NDEN

 

Edebiyatta iki büyük yazar tipi olduğunu düşünüyorum. İlki, kelimeleriyle ve kurduğu atmosferle büyük bir şölen yaratıp okuyucunun âdeta üzerine basarak içindeki tüm yazma özgüvenini kaldırıp atan; bir de okuyucunun kafa sesi olabilen, sadeleştiren, eşitleyen, yaptığı işi küçümseyerek yücelten ve farkında değilmiş gibi yapan…

 

Hem Aramızdaki En Kısa Mesafe’den hem de Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’dan tanıyorum Barış Bıçakçı’yı. (Ne güzel isimler değil mi?) Yani siz bakmayın onun isminin tam üzerine koskocaman Sinek Isırıklarının Müellifi yazmasına... Barış Bıçakçı var olan bütün dünyalarda ikinci büyük yazar tipidir bence.

 

Sinek Isıklarının Müellifi’ni tam 21 günde okudum. Bu 21 gün boyunca metroda sıkışırken, yürüyen merdivenlerde dururken, kırmızı ışıkta beklerken, Kazancı Yokuşu’ndan aşağı inerken, Fındıklı’da yürürken, sabahları pastane poğaçasını beklerken, radyo dinlerken, yataktan kalkarken ve yatarken bu kitabı düşündüm. Hızlı okumama alışkın arkadaşlarımın “Hâlâ bunu mu okuyorsun?” sorularına da küçümseyerek cevap vermedim. Zevki ertelemeyi bilmiyorlarsa suç benim değil.

 

Her kelimesi acıklı bir roman olan Sinek Isırıklarının Müellifi, kutulara doldurulmuş dört duvar hayatlarımızı, sıkıcılığını, çoğunluğun tüm tersliği yine kendi içinde normalize edişini, sistemin korkutup tembelleştirdiği/yalnızlaştırdığı karakterleri, orta yaş bunalımını, orta yaşın arada kalmışlığını, sıradanlığı, geçmek bilmeyen gitme isteğini, vazgeçişleri, vicdan azaplarını, suskunlukları ve altında yatanları, takıntıları, bu topraklardaki haksızlıkları, anlaşılmayana nefreti ve gerçek aşkı, hep satır arasına gizleyip en ufak süse kaçmadan ama yine de şiirsellikten taviz vermeden anlatıyor… Ve çok daha fazlasını hattâ…

 

Kazıla yazıla altı bomboş edilen “öteki”nin uğradığı zulmü de ana karakter Cemil’in nefretsiz penceresinden gösteriyor Barış Bıçakçı. Öyle… Olduğu gibi… Cemil de biraz öyle biri… Olduğu gibi, artık olduğu kadar hattâ… İlk sayfadan beri seviyoruz onu. İçinde yaşadığı sirki fark edişini, korkakmış gibi görünen cesaretini, günlük hayatını, sisli Ankara’yı, reçellerini, halı saha maçlarını seviyoruz. O kadar seviyoruz ki, onun hayatında önemli bir yeri olan ama bunca zamandır hakkını vererek ilgilenmediğimiz şiiri bile merak ediyoruz. Aslını astarını öğrenmek istiyoruz. İçinden editörüyle konuştuğunda onu dinliyoruz. Saçını seviyoruz. Anlıyoruz. Hak veriyoruz. İç içe toplanmış konutların birinde bir balkon penceresinden bakıyoruz dışarıya Cemil’le birlikte. Ama elimizden bir şey gelmiyor. İçindeki tüm yazarlık cerahatini dışarıya salarken onunla birlikte sabrediyoruz. Sevdiğimiz diğer herkes gibi onun da kabuğunu acısız kırabilmesini istiyoruz.

 

2011 biterayak Sinek Isırıklarının Müellifi yetişip geldi. Eli de boş gelmedi; Salinger’ı, Turgut Uyar’ı, Yusuf Atılgan’ı, Foucault’yu da yanında getirdi. Okuyucuyla kahramanın ellerini bir an bile bırakmadan çağdaş edebiyatın müthiş bir eserini yazdı. Sonunda da mutlu sonmuş gibi yapıp aslında karmaşaya kaldığı yerden devam etti. Biz de o karmaşaya, peşinden gidiyoruz Cemil’le birlikte. Onun dişlek taklidine içimizden gülerek…