Bantmag

ERIKA M. ANDERSON YA DA DAHA ÇOK BİLİNEN ADIYLA EMA’NIN İNTERNET SİTESİNE GİRDİĞİNİZDE KARŞINIZA İLK ÇIKAN “ŞU ÂNİDEN ÇIKIP GELENE DE BAK” BAŞLIĞI OLUYOR Kİ EMA’NIN SON ALBÜMÜ İÇİN DAHA YERİNDE BİR TANIMLAMA OLAMAZDI HERHÂLDE.

 

Her ne kadar müzik basını ve blog yazarları kendisini öne çıkan yeni müzisyenlerden biri olarak övüp dursa da Anderson bu hakettiği üne ulaşabilmek için son on yıldır uğraşıyor.

Her türlü kültürel faaliyetten yalıtılmış Güney Dakota’da büyüyen EMA daha sonra Güney California’ya yerleşti. O sıralarda Los Angeles’ta, “kendin yap” tarzını benimseyen müzisyenlerin favorisi The Smell adlı mekânın da aracılığıyla yeni bir müzik sahnesi oluşmaktaydı. Anderson da noise-folk grubu Amps For Christ ile bu yeni harekete dâhil oldu. Sonrasında hem müzikal ortağı hem de sevgilisi olacak Ezra Bucla (Los Angeles’lı The Mae-Shi grubunun solisti) ile de bu esnada tanıştı. İkilinin GOWNS adı altında birlikte müzik yapmaya koyulması fazla uzun sürmedi.

Elektronik sesler üzerine düzenlenmiş katı melodilerle GOWNS’un tek albümü Red State (Cardboard, 2007), Pitchfork ve The New York Times gibi yayınlar tarafından göklere çıkartıldı. Maalesef, ikinci albümün kayıtlarını tamamlayamadan ikili birlikteliklerine son verdi ve böylelikle GOWNS’un hikâyesi de burada son buldu. Bunun üzerine Anderson kuzeye, Oakland’e yerleşti ve kısa dönemli yeni müzikal projesi Some Dark Holler için kolları sıvamadan evvel, geçimini sağlayabilmek için bir süreliğine öğretmenlik yapmaya başladı.

Anderson’la on seneyi bulan tanışıklığımız boyunca kendisini, Red State albümündeki “Cherylee” parçasında da kolayca fark edilen vokal yeteneği konusunda sürekli sıkıştırıp durmuşumdur. Sene 2009… Soğuk bir mart akşamı, Kuzey Portland’da yer alan bir karaoke barının kapısında durmuş sigara içerken, kendisini kolay anlaşılır bir rock albümü yapmaya ikna etmek için son bir girişimde daha bulundum. Bana hak verdiğini söyledi ama o anda pek eminim olamadım, sadece konuyu geçiştirmeye çalışıyor diye düşündüm.

Anlattığım olaydan bir buçuk yıl sonrasına gidelim hızlıca. Anderson’la ikimiz, yarı zamanlı ev arkadaşları hâline gelmiştik. Oakland ile grubundaki arkadaşlarının yaşadığı Portland arasında mekik dokuyan Anderson, birlikte yaşadığımız evin bodrumunda Past Life Martyred Saints albümünü tamamlamakla uğraşıyordu. Sözünü ettiğim muhabbetimizin bu albümün şekillenmesinde herhangi bir etkisi oldu mu, bilmiyorum. Yine de, arkasında yatan sebepler ne olursa olsun, son derece zengin, “Marked” adlı parçada olduğu gibi sadece gitarlar üzerine kurulu ya da “California”dakine benzer bir şekilde elektronik tınıların duyulduğu oldukça çeşitli parçalar barındıran ve dürüst şarkı sözleriyle Anderson’ın tüyleri diken diken yapan vokallerini öne çıkartan bir albüm var karşımızda.

Açıkçası bu albüm hakkında söylenebilecek her şeyin söylendiğine inanıyorum.

2011 akıp giderken ben İstanbul’a taşındım, Anderson da benden boş kalan odaya yerleşti. (Başarının meyveleri!)

Bir seri festivalde çalmak için Avusturalya’ya doğru yola koyulmadan evvel Portland’daki evinde dinlenmeye çekilen Anderson’ı bu sefer de ben, Bant Mag. adına sorduğum sorularla rahatsız ettim.

Ben sadece denemek ve “genç ölmek” ile “kültürel açıdan önemli bir figür olmak” arasındaki farkı göstermek istiyorum. Bence bu ayrımı yapamamak günümüzde yaşayan ve eser veren müzisyenler için büyük bir tehlike yaratıyor.
 

Müzik piyasasının nasıl işlediğini tam da içinden deneyimledikten sonra, bu konu hakkındaki fikirlerin ne yönde değişti? Sanat, eğlence ve ticaret arasındaki çizgiyi nasıl belirliyorsun?

“Angelo” adlı parçada yazdığım bir cümle var, “Risk olmayınca sanat da olmaz”. Sanatla eğlenceyi ayırmak kadar riskin varlığı da önemlidir benim için. Ticarî yönden bakınca da, albümüm tuhaf olduğu için bu alanda herhangi bir sıradışı hareketlenme görmedim açıkçası. Albümdeki şarkıların hiçbirinden cep telefonu reklamlarında kullanılacak malzeme çıkmaz. Bu arada lafı açılmışken söyleyeyim, bu tarz cazip bir teklif alırsam muhtemelen kabul ederim. Öbür türlü müzisyenlik pek para kazandırmayan bir yaşam şekli…


Yaşadığın yerler şarkı yazma sürecini ne şekilde etkiliyor? Evinin bodrumuna ya da yatak odasına kapanıp yazsaydın da yine şarkılar mı ortaya çıkardı?

Şarkılarım kesinlikle yaşadığım yerlerden izler taşıyor. Büyüdüğüm Güney Dakota’da her daim gök gürültüsü ve şimşek olurdu. Oakland ise hip hop’un bana bir anlam ifade etmeye başladığı ilk yerdir. Portland’ın bana nasıl bir etkisi olacağına dair henüz hiçbir fikrim yok. Buranın en bariz etkisi kendimi folka kaptırmam olurdu ve bunu hiç istemem. Yine de kim bilir… 


Şu sıralarda ünlü gruplarla birlikte sahne alıyorsun ama diğer yandan da noise sahnesi için de kolları sıvamaya başladın. GOWNS ve Some Dark Holler ile yaptıklarının aksine EMA olarak “pop” ağırlıklı bir albüm yapmanda neler etkili oldu? Aslında GOWNS için hazırladığın ama sonradan senin albümünde yer alan parçalar hakkındaki fikirlerin neler? Eğer olsaydı, ikinci GOWNS albümü bu yaptığına mı benzeyecekti?

Albümdeki parçaların büyük bir çoğunluğu GOWNS için yazılmıştı. Gruptakiler, Ezra ve Corey ile birlikte çalsak bile onlar hâlâ benim yazdığım şarkılar. Son GOWNS kaydında bu şarkılar olacaktı ama hepimiz farklı yönlere gidiyorduk. Yaptığımız son şarkı 17 dakika sürüyordu ve birbirinden alâkasız üç ayrı bölümden oluşuyordu. Sanırım bu tarz müzik yapmak hepimizi heyecanlandırıyordu. Aynısı Some Dark Holler için de geçerli: uzun ve birbirinden alâkasız bir şekilde kurgulanmış bölümlerden oluşan şarkılar… Hâlâ alternatif radyolar için şarkı yazdığımı düşünmüyorum ama bu sefer, kimse oturup da 17 dakikalık bir parçayı dinlemek istemeyeceğinden, dinlemesi daha kolay ve erişilebilir bir albüm kaydetmek istedim. Şarkıları dört dakika tut ve bir sürü zıtlığı bir araya sıkıştırıver.


Noise türünden uzaklaşmanla birlikte bodrumlardan ve bağımsız sanat alanlarından çıkıp festivallerde ve dergilerde boy göstermeye başladın. Noise sahnesi bu geçişe nasıl bir tepki gösterdi? Ünlü bir müzisyen hâline gelmen ve bu hırsın, onlara ihanet ettiğin ya da kendini pazarladığın şeklinde yorumlanmış mıdır?

Turne sebebiyle sürekli seyahat ettiğim için, yeni bir şehre taşınmakla uğraştığımdan o çevreden birileriyle iletişim kuracak pek vaktim olmadı. Çok özlediğimi söylemeliyim ama... İnsanların duymayı beklediği parçalar yerine alâkalı alâkasız, canın ne istiyorsa onu çaldığın deneysel konserleri özledim. Benim ne yaptığımı umursadıklarını ya da kendimi pazarlayıp pazarlamadığımı dert edindiklerini hiç sanmıyorum.


GOWNS deneyiminin (ve Ezra ile ilişkine dair sürekli sorulan soruların) ardından basında özel hayatından bahsederken kendini sakınan bir tavır almaya başladın. Yorumlarını alalım?

Cevabım geliyor: Yorum yok!


Yine de hangi duygusal acı ya da travmanın bu şarkıları yarattığına dair soruları cevaplamak zorundasın. Hakkında yazılan yazılarda en çok kullanılan sözcük “çiğ”… Acı çekmenin sanatı beslediğine dair olan o genel fikir üzerinden sana biçilen (özellikle de müzik yazarları tarafından) rol nedir?

Evet, insanlar soruyor ama ben kendimi ya da içinde bulunduğum durumları anlatma ihtiyacı duymuyorum. İnsanların neden meraklı olduklarını anlayabiliyorum. İyi ya da kötü, insanlar bu albümden gerçek dürüstlüğü ve doğruluğu buluyorlar. Bu sayede duvarlar yıkılıyor. Özellikle pop şarkılarında bahsedilenler hep saçma konular. Bruno Mars’ın ağzından çıkanlara inandığınız oldu mu hiç? İnsanlar farklı olanı seviyor ve kendilerine yalan söylendiğini hissetmiyorlar. Birileri acı çekiyorsa hedef empati olmalıdır, sanat değil. Sanat bir tür iyileştirme yöntemi olabilir ama kimse acıyı sömürerek harika bir albüm kaydetmeyi düşünmemelidir.


Kanye West için büyük bir hayranlık besliyorsun hattâ kültürel açıdan Kurt Cobain’le kendisini aynı yerde konumlandırıyorsun. Biraz daha açıklar mısın bu düşünceni?

Nirvana’yı severim ama Kurt Cobain söz konusu oldu mu insanlar o kadar abartılı bir bağlılık ve yüceltme içerisinde kayboluyorlar ki onun aslında gerçek bir insan olduğunu unutuyorlar. Kurt Cobain gibi bir müzisyenin ya da Nirvana gibi bir grubun bir daha asla gelmeyeceği söylenip duruyor. Gençliği aynı duygularla etkileyecek benzer bir figürün yeniden gelmeyeceği konusunda herkes hemfikir. Bence bunların hepsi saçmalık… “Irkçı” olmaktan farkı olmayan “rock’çı” bir tutum. Hip hop mesela çok daha etkileyici. Kanye’yi örnek olarak vermemin sebebiyse günümüzde yaşayan ve milyonlarca tanınan bir müzisyen olması... Onun da genç öldüğünü düşünsene… Tupac mesela… Ben sadece denemek ve “genç ölmek” ile “kültürel açıdan önemli bir figür olmak” arasındaki farkı göstermek istiyorum. Bence bu ayrımı yapamamak günümüzde yaşayan ve eser veren müzisyenler için büyük bir tehlike yaratıyor.


Bu arada, fiziksel özelliklerini arka planda tutmaya çalışırdın eskiden, şimdi ise stilistler ve makyajcılarla çalışıp fotoğraf çekimlerinde kamera karşısına geçiyorsun. Kadın bir müzisyen olarak deneyimlerin neler? Fiziksel özelliklerin ya da cinsiyetin mesleğinde sana nasıl yardımcı oldu ya da önüne ne gibi engeller çıkardı? Indie rock dünyasını bir tür erkekler kulübü olarak mı görüyorsun?

Indie rock camiasının “erkekler kulübü” olduğu fikri eskidi bence. Dört beyaz adamın yanlarına bir de seksî bir klavyeci kadın alarak poz verdiği günler geride kaldı. Dalga geçiyorum! Yine de gerek solo olsun gerek bir grupla beraber çalıyor olsun, günümüzdeki başarılı kadın müzisyenleri göz ardı edemeyiz. Kadın müzisyenlerin varlığı hiç de tuhaf bir durum değil artık.

Genel olarak kendimi nasıl sunmam konusunda ciddî bir kafa karışıklığı yaşıyorum. Bence seksî ve çekici gözükmeye çalışınca insanlar seni pek de ciddîye almıyor. Ve bu her iki cinsiyet için de geçerli… Yine de fotoğraflarda ya da videolarda kendimi bitkin ve hırpanî görmek hoşuma gitmiyor. Ben genellikle iyi gözükmekle saldırgan bir görüntü yakalamak arasında bir yerde durmaya çalışıyorum. “Dâhi” sözcüğünü duyduğunuzda aklınızda neler canlanıyor? Muhtemelen kafayı yemiş, korkunç görüntülü bir profesör geliyordur aklınıza. İşte, benim bu görüntüyle baş etmenin yollarını bulmam gerekiyor.


Son olarak, sanırım şu sıralarda turneye biraz ara verdin. Mola verdiğinden bu yana eşofmanlarını üstünden çıkartmadın, değil mi?

Tabiî ki de!