Bantmag

ANONYMOUS

Shakespeare hakkında bir tevatür dolaşır durur. Verdiği milyonlarca esinle her alanda bir şekilde karşılaştığımız ve neredeyse kutsal sayılan soneler, tragedyalar aslında bir başkası tarafından mı yazılmıştır? Shakespeare bir sahtekâr mıdır? Bu çarpıcı iddiayı (ki bu iddia bu eserleri ancak bir aristokratın yaratabileceği fikrine dayanır) biraz daha açmak ve ayrıntılandırmak isteyen Roland Emmerich, büyük bir tiyatro sahnesinde izleyenler karşısında hikâyeyi anlatmaya başlar. Biz de olayların geçtiği zamana geçiveririz hemen. Shakespeare’varî bir trajiklik ile Shakespeare’in “gerçek” hikâyesi anlatılmaya çalışılmış. Bunu yaparken bir saygı duruşu mu amaçlanmış yoksa dalga mı geçilmiş, anlamak güç maalesef. Ama niyet hangisiydiyse güzelce yapılamamış; spekülatif bir entrika yumağı, gereksiz tarihsel malûmatlarla doldurularak kötü makyaj, yer yer büyük oyunculuklar ve iyi bir sanat yönetimiyle görselleştirilerek sınıfı geçen bir dönem filmi çekilmiş. Neyse ki filmde bolca geçen Shakespeare oyunlarının, Ortaçağ İngiltere’sinin sahneleme imkânlarıyla icra edilişini seyretmek filme olan ilgiyi ayakta tutuyor... Film, tarihin gizli kalmış sayfalarını deşifre ediyormuş gibi keskin ve biraz küstahça konuşuyor. Bu keskinliği yumuşatan şeyse tüm bu “yeni Shakespeare hikâyesi”nin günümüz modern tiyatro sahnesi üzerinde anlatılan bir performans olması... Anounymous ile ne akademik çevrelere ne de sinemaseverlere yaranabilen Emmerich, Shakespeare tartışmasını yeniden alevlendirdiği için sevinedursun, aşina olduğu felaket filmlerine de geri dönsün. M.D.

 

 

THE ARTIST

İlk gösteriminin gerçekleştiği Cannes'dan bu yana dünyayı dolaşan ve kısa sürede yılın en çok ses getiren ve sevilen filmlerinden birine dönüşen The Artist, sessiz film dönemine upuzun ve aşırı şirin bir saygı duruşu niteliğinde. Martin Scorsese'nin Hugo'suyla aynı döneme denk gelmesi nedeniyle de sinema tarihine referanslar dizen kalburüstü filmlerin revaçta olduğu bir yıla dönüştürdü 2011'i The Artist. Gerçekten de orijinal bir fikirden, 2010'lu yıllarda sessiz bir film çekme fikrinden yola çıkan The Artist, fikirdeki yenilikçi tavrı uygulama kısmına taşıyamıyor olmanın yükü altında yer yer ezilmiyor değil. Yüz yıl önce çekildiklerinde, henüz kendilerine benzer çok sayıda örnek mevcut olmadığından, hemen her biri bir buluşu da beraberinde getiren, anlatım ve biçim konusunda yeni ufuklar açan, insanların sinemaya bakışını şekillendiren sessiz filmlere şapka çıkartırken, o filmlerden biri olmaya çalıştığı noktada güçsüzleşiyor, The Artist. O filmlerin ruhuna işlemiş olan şirinlik ve ister istemez kendileriyle birlikte gelen sempatiklikleri, onları taklit etme noktasında yapaylığa düşürüyor filmi. Belki de geçen sezon izlediğimiz L'illusionniste ya da Hugo'nun hikâyelerine eşlik eden “geride kalan” temasını ıskalamış bir film olması nedeniyle, belki de nostaljinin cazibesine biraz fazla kapılmışlığıyla The Artist, tek başına yetkin bir sinema tecrübesi olma özelliği taşımıyor. Yine de tüm bunlar, filmin onlarca ödül kazanmasına ve bol bol Oscar kucaklayacak olmasına engel değil elbette... M.A.

 

 

CARNAGE

James Gandolfini, Jeff Daniels, Marcia Gay Harden ve Hope Davis'li kadrosuyla, iki sezon önce Tony ödülüne boğulan Broadway oyunu Vahşet Tanrısı / God of Carnage'ın beyazperde adaptasyonu çok geçmeden gerçekleşti. Yönetmen koltuğunda oturan isimse herhangi biri değil, Roman Polanski. Başrole dizilen dörtlü bu kez Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz ve John C. Reily... Yasmina Reza'nın ebeveyn kimlikleri üzerinden anlatmaya koyulduğu, açıldıkça açılan, hınzır ve bol dönemeçli fikirler sarmalı şeklindeki metnini, neredeyse birebir koruyarak, başrol oyuncularını, teatral olmaktan korkmadan tek bir mekâna, çoğunlukla salonunda bulunduğumuz bir evin içine hapseden Polanski, giriş ve final sahnelerinde yakaladığı sinemasal tat dışında, çoğunlukla metin ve oyunculuklara yaslanan bir işle karşımızda Carnage'da. Yer yer gördüklerimizin bir perdeye yansımıyor da bir mekânda sahneleniyormuş hissi vermesi de Polanski'nin alan ve anlatım tercihlerinden ileri geliyor. Foster ve Winslet'in finale doğru artan histeri dozajlarıyla birlikte inandırıcılıktan yer yer uzaklaştığı ve âdeta kendilerini sahnede hissettikleri kimi anlar dışında, New Yorklu nevrotik karakterlerin yer yer Woody Allen’varî taşkınlıklarıyla eğlenceli dakikalar geçirten Carnage, 79 dakikalık hap gibi bir seyirlik sunuyor. Kadronun parlayan isminin Waltz olduğunu ekliyor ve filmi göremeyenlerin çok üzülmemelerini öneriyoruz. Zira filmin uyarlandığı oyun bizde de sahneleniyor ve yakalayıp onu görseniz de olur açıkçası. M.A.

 

 

MONEYBALL

Son yıllarda sporla ilgili gaz, adrenalinli büyük film izlemek isteyenlerin, izlemek isteyip de bulamayanların imdadına yetişen türden bir film var elimizde: Moneyball. Üstelik Any Given Sunday kadar başarılı motivasyon replikleriyle ve Brad Pitt’ i de muradına erdirebilecek güçte. Moneyball, Yankees ve Red Sox’ ın hegemonyasında geçen beysbol dünyasında yer alan ufak bir takım olan Oakland Athletics’in Genel Menajeri Billy Beane’in yardımcılığa Peter Brand’i getirerek elde ettiği akıl almaz başarısını, bir kitap uyarlamasından esinlenerek perdeye aktarıyor. Aslında hikâyesinin ilginçliğini en başta filmin geçtiği yıldan almış. Yani 2001 yılında geçen bir öykünün insanda 19. yüzyılın başında falan geçen filmlerden çok daha “zalim yıllar” hissiyatı bıraktığı bariz. Bir yanda kazanmak isteyen bir takım, öte yanda ise seyircisine kazanmaktan fazlasını vermek zorunda olan yönetimler. Stratejiler, milyonluk oyuncular. Bir de bunlar dışında, ilk cep telefonunuz ya da yavaş yazıcılarımız da filmde yerini almış... Ve zurnanın zırt deliğine, yani Oscar şansına gelirsek, filmin en önemli şansı senaryo kategorisinde gibi. Bunun dışında bence sırf Al Pacino’nun Any Given Sunday’deki performansının aksine, durgun, ihtirasları olmayan bir adam gibi takımını yöneten (en önemlisi de takımını yalnız bırakmayan) Brad Pitt de artık heykelciği almalı derim. Ama yine de belli olmaz. Nedense içimde bir huzursuzluk var... O.Y.

 

 

THE FUTURE

Filmin senaryosunu yazan, yönetmeni olan ve oyuncu olarak kameranın önünde de yer alan Miranda July, hızını alamayarak filmin önemli karakterlerinden kedi Paw-Paw’ı da seslendiriyor. The Future, sahipleri tarafından bir an önce alınarak, sıcak bir yuvaya kavuşma hayali kuran yaralı bir kedinin kendi ağzından anlattığı yürek parçalayan hikâyesiyle açılıyor, irili ufaklı başka hikâyelerle akıp gidiyor... Filmde yer yer gerçeklikten koparak bir balon gibi havada savrulsak da olayın özünde bir “yaş 35, yolun yarısı” bunalımı duruyor. “Bu yaşa geldim de ne oldum, bundan sonra ne olurum, hayatım çok mu rutine bağladı...?” gibi soruları peş peşe soran filmin merkezinde Sophie (Miranda July) ve Jason (Hamish Linklater) adlı bir çift yer alıyor. Hayatlarının geldiği bu kritik noktada kendilerince önemli bir karar alarak bir kedi evlat edinmeyi planlıyorlar. Aldıkları bu önemli kararın hakkını vermek için işlerinden ayrılan ve bundan sonra kendilerini kedilerine adayacak olan bu çiftin planında küçük bir sapma oluyor. Kedilerine kavuşmak için bir süre beklemeleri gerektiğini öğrenen çiftimiz, kediden önce geçirecekleri son özgür günlerini yaşamaya koyuluyor. Hayat denen bu plansız oyunda bir de gerçeküstü olaylar devreye giriyor ve işler hepten karışıyor... Film, tüm bu öyküler içinde akıp giderken izleyicisine bir an olsun sırtını dönmüyor. The Future, bir türlü sonlandırmadığımız kişisel projelerimiz, tekdüze giden işlerimiz, ilişkilerimiz, yeniyi arayışlarımız, eskiyi özleyişlerimiz ve daha pek çok üstüne bastığı notayla kulağa tanıdık gelen bir şarkı söylüyor. Bu şarkı aynı zamanda farklı, yeni ve tadı tam yerinde... İlk uzun metrajlı filmi Me and You and Everyone We Know ile beyazperdeye geçiş yapan Miranda July, âdeta bize küçük küçük hikâyelerden oluşan bir kitabı okurken, bunu video art mantığında kliplerle süsleyen filmler yapmaya devam ediyor. Çok da iyi yapıyor... T.A.