Bantmag

GEÇMİŞİN MİRASI, GELECEĞİN DİLİ

YAZI: ULUS ATAYURT

"BANA BİR TEHLİKENİN OLMADIĞI, ÇÜNKÜ AYAKLANMALAR GERÇEKLEŞMEDİĞİ, TOPLUMUN GÖRÜNEN YÜZÜNDE BİR ÇALKANTI YAŞANMADIĞI, BİR DEVRİM DE OLMAYACAĞI SÖYLENİYOR. BAYLAR SİZE YANILDIĞINIZI SÖYLEMELİYİM. EVET, FİİLİYATTA BİR DÜZENSİZLİK YOK. FAKAT DÜZENSİZLİK ARTIK İNSANLARIN HAFIZALARININ DERİNLİKLERİNE NÜFUZ ETTİ. ŞU ANDA SESSİZ OLDUKLARINI BENİM DE KABUL ETTİĞİM ÇALIŞAN SINIFLAR ARASINDA KİM BİLİR NELER HAZIRLANIYOR. BENİM TEK BİLDİĞİM ŞUDUR: ŞU AN KAYNAYAN BİR VOLKANIN ÜZERİNDE OTURUYORUZ." ALEXIS DE TOCQUEVILLE, 1848

Muhafazakâr siyasetçi Tocqueville yukardaki sözlerini 29 Ocak 1848 günü Paris'te, Fransa Temislciler Meclisi toplantısında sarfetti. Uyarıları fazla ciddîye alınmadı. 23 gün sonra ayaklanan Parisliler "Devrimler Çağı" diye adlandırılan 19. yüzyılın, en uzun soluklu olmasa da, etkileri coğrafî açıdan en yaygın devriminin fitilini yaktılar. Devrim hızla Prusya, Avusturya, Macaristan, Polonya, İtalya, hattâ Latin Amerika'ya sıçradı. Roma'daki ayaklanmalar bir süreliğine Papa'yı Vatikan'dan kaçırdı. Dünya tarihinde hiçbir devrim 1848 kadar hızla yayılmadı. 1848 toplumsal ayaklanmalar tarihinde bir eşikti. Zira 1789 devriminde aristokrasi karşısında toplumun diğer kesimlerini yanına alan, kapitalist modernleşmenin taşıyıcısı burjuva, şu meşhur "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" ideallerini, en azından mülkiyet hakkı söz konusu olduğunda sonuna kadar götürmeyeceğini gösteriyordu. Ancak 1789'dan beri geçen 60 senede Fransa ve dünya çok değişmişti. 1789'da burjuvanın arkasında duran baldırı çıplakların yerini Paris nüfusunun üçte birini oluşturan "işçiler" almıştı. O zamanlarda fabrikalar nehir kenarında, mahalle arasındaydı. Zengin burjuva konakları ve işçi barakaları aynı sokakta yer alabiliyordu. Çoğu son 60 senede kırsaldan gelen işçiler neredeyse komünal bir hayat yaşıyorlardı. Burjuva onlara rol model olmak için elinden geleni yaptı. Özgür seks yerine çekirdek aileyi salık verdi. Kendi icadı olan "yatak odası" gibi evlerde ailevi düzeni taklit etmelerini sağladı. Ancak bu "kültürel öğeler" üretim ilişkilerinde ortaya çıkan adaletsizlik söz konusu olduğunda devede kulaktı.

 

HER BİRİ KENDİ ÖZGÜL ŞARTLARINDA AYAKLANAN TOPLUMLARIN ORTAK BİR TALEPLERİ VAR: "KENDİ TARİHLERİNİ YAPMAK"

 

34 milyonluk Fransa'da o dönemde yaklaşık 100 bin kişinin oy hakkı vardı. Sadece 3 bin kişi Temsilciler Meclisi'ne aday olabiliyordu. Yüksek Meclis üyeleri kral tarafından seçiliyordu. Rottschild ailesi gibi birkaç banker, devletin hazinesine hükmediyordu. Halkın ifade ettiği üç düşmanı vardı: "kilise, aristokrasi ve büyük sermaye." Ancak devrim sonrasında, başka çelişkiler ortaya çıktı. Oy hakkıyla yetinmeyen işçiler, fabrikadaki üretim araçlarının da çalışanlara ait olmasını istediler mesela. Bu da burjuva ve işçiler arasındaki kırılgan ittifakı bozdu. Devrimden beş ay sonra binlerce işçi kıyıma uğrarken, burjuva kılını kıpırdatmadı. Akabinde burjuva da daha büyük burjuva ve kralcılar tarafından bertaraf edilirken yanlarında destek alacakları halk kitlesi kalmamıştı. Nihayetinde 1851'de amcasının kötü bir taklidi olan  III. Napolyon imparator olduğunda karşı-devrim tamamlanmıştı. Ama aynı zamanda sosyalist düşünce diğer sınıflardan bağımsız dünya sahnesindeki yerini net bir şekilde almıştı.

 

1848 devrimini ve kendi tâbiriyle Bonaparte'ın şahsında nasıl bir fars haline geldiğini, 1852 yılında yayınlanan "Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i" kitabında anlatan Marx şöyle yazıyor: "İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil. Dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devredilen verili koşullarda yaparlar."

 

Geçen ocakta Tahrir Meydanı'nda başlayan toplumsal kalkışmalar dizisi de verili tarihsel şartlar altında sökün etti. Mısır'ın ivme kazandırdığı Ortadoğu ayaklanmaları, Avrupa'da esinlediği, Roma, Madrid, Atina sokaklarını dolduran İndignados (Öfkeliler) oluşumu ve nihayetinde Wall Street’i İşgal’in hepsinin özgül şartları mevcut. Bu hareketlerin muhtemel başarısızlığının bazı sonuçları şunlar: Tahrir'i dolduranlara karşı Müslüman Kardeşler'in kesin zaferiyle sonuçlanacak çoğunlukçu, İslamcı, kapitalist bir yeni Mısır. Durmadan tembellikle, hattâ "gereğinden çok kazanmakla" suçlanan Yunanistan ve İspanya halkının, kendileri neden olmadıkları bir kriz için onlarca sene borç içinde sürünmeleri. ABD halkının bir dahaki krize kadar durmaksızın bankaları destekleyen ABD devletine karşı suspus oturması. O yüzden her biri kendi özgül şartlarında ayaklanan toplumların ortak bir talepleri mevcut: "Kendi tarihlerini yapmak."

 

Mısır'dan esinlenen batı ülkelerindeki kalkışmalarının nasıl sonuç vereceği henüz ucu açık bir soru. Finans kapitalin Yunanistan'da ve İtalya'da verdiği, İspanya'da da vermeye hazırlandığı cevap önümüzde çok zor yılların olduğunu gösteriyor. Alınan bir dizi kararla ülke ekonomilerinin yönetimi, kendileri de zaten bankacılık krizinin müsebbibi olan bürokratlara devredildi. Seçimler sonunda başa gelmiş hükümetler dahi, artık ülkelerinin bütçelerine karar veremeyecek. Bu yüzden Batı tipi kapitalist demokratik ülkelerde gerçekleşmeye devam eden ayaklanmalara, özelinde de Wall Street’i İşgal'e finans teknokrasisi ve halk arasındaki bir kopuşun penceresinden bakmak lâzım. Bunun için, II. Dünya Savaşı sonrası "refah devleti"nin yükselişini ve düşüşünü iktisatçı Wolfgang Streeck'in mürşitliğinde özetleyelim.

 

ARAP BAHARINDAN İLHAM ALAN BATI ÜLKELERİNDEKİ KALKIŞMALARIN NASIL SONUÇ VERECEĞİ UCU AÇIK BİR SORU. FİNANS KAPİTALİN YUNANİSTAN'DA VE İTALYA'DA VERDİĞİ CEVAP ÖNÜMÜZDE ÇOK ZOR YILLARIN OLDUĞUNU GÖSTERİYOR

 

Refah devletinin şeceresi

 

1950'li yıllara Avrupa ve ABD'nin yönetici sınıfları açısından baktığımızda, iki coğrafya karşımıza çıkıyor. Bir tarafta Çin ve Sovyetler gibi devlet komünizminin hüküm sürdüğü ülkeler, diğer tarafta güneyin üçüncü dünya ülkelerinin oluşturduğu ve 1955 Bandung konferansında resmîleşen "Bağımsızlar" hareketi. “Refah devleti kapitalizmi” hem komünizmin insanlara sağladığı imkânlara, hem de güney ülkelerindeki özgürlük hareketinin hoş sedasına bir cevap olarak doğdu. Üçgenin en kapitalist ayağıydı. Vatandaşlarına dağıttığı "refahla" en iyi örnek olduğunu göstermeliydi.

 

1970'lere kadar Batı kapitalizminin sihirli formülü büyümeydi. Hemen herkes iş bulabiliyor (iktisadî tâbiriyle "tam istihdam"), sendikalaşma hakkı sayesinde örgütleniyor, tüketim toplumundan kendince nemalanabiliyor, belli hizmetlere parasız ulaşabiliyordu. Ancak kapitalist demokrasilerde, büyük kapital sahipleri kâr yaptıkları ölçüde yatırım yaparlar. Çalışanlar sendikal hareketler sayesinde daha iyi maaş ve daha iyi hayat standartları edinmeye başladıkça, kâr oranları düşer. 1970'lere geldiğimizde çalışanların örgütlülüğü artıyor, hattâ bazı coğrafyalarda (İtalya, Portekiz, İsveç) radikal işçi hareketleri tıpkı 1848'deki gibi fabrikaların kendilerine ait olmasını talep ediyordu. 1970'lerin ikinci yarısında kapitalist refah devleti buna çift başlı bir cevap verdi. Bir yandan radikal hareketler ezildi. Diğer taraftan da "enflasyon" devreye sokularak Speeck'in deyimiyle "gelecekten borç alındı." Enflasyon sayesinde ortada daha fazla para vardı ve böylece hükümetler çalışanlar ve büyük sermaye sahipleri arasındaki dengeyi bu parayı üleştirerek sağlamaya çalışıyordu. Ancak "enflasyon" geçici bir çözüm olmaktan ileri gitmedi. Bir kere sermaye sahiplerinin hükümet tahvilleri ve bonolarının faizlerinden aldığı paylar azalıyordu. Ayrıca fiyatlar kontrolden çıktıkça işsizlik artıyordu.

 

Dolayısıyla, çalışanların güç kazandığı büyüme devri ve durağanlık sırasında enflasyonla sorunu gidermeye çalışan hükümetler üçüncü aşamaya geçtiler. Önce enflasyon kontrol altına alınacak sendikalar ezilecek, maaşlar düşürülecek ve artık "tam istihdam" stratejisinden vazgeçilecekti. Böylece salt İngiltere'de, işsizlik 80'li yıllar boyunca beş kart arttı, sendikalı sayısı giderek düştü, maaşlar azaldı, sermaye sahiplerinin eli güçlendi. Ancak demokratik kapitalizm içinde dahi hâlâ seçimler, kapıda muhtemel toplumsal uyuşmazlıklar vardı. Dolayısıyla çalışan kitlelerin ellerinden alınanlar bir nebze telafi edilmeliydi. Üçüncü devreye, sosyal açığı dengelemek için hızla borçlanmaya başlayan hükümetler damgasını vurdu. Artık enflasyon yerine büyük bankalara satılan tahviller vasıtasıyla "gelecekten borç" alınıyordu. Bu çözümün de geçici olduğu 1990'ların başında ortaya çıktı. Borçları biriken hükümetler giderek daha yüksek faizle borçlanıyor, bundan nemalanmak isteyen büyük sermaye yatırımdan hükümet tahvillerine yöneliyor, ancak bir süre sonra küçülen ekonominin gölgesinde borçların ödenmemesinden korkmaya başlıyordu. Bu yüzden dördüncü evre, sermaye penceresinden kaçınılmazdı. Devlet borçlarını kemer sıkma politikalarıyla kontrol altına almak, ancak iyice yoksullaşan vatandaşlara bir ödün vermek: bankacılık sistemindeki kontrolleri kaldırarak, insanların kredi almasını sağlamak.

 

Bu amaçla önce Clinton döneminde ABD'de 1930'lardan beri yürürlükte olan ve bankaların verdikleri krediler karşılığında ellerinde tutmaları gereken parayı dikte eden kısıtlamalar kaldırıldı. Bundan sadece, şimdi hane halkı borçları ortalama 90 bin doları bulan ABD vatandaşları faydalanmadı. Yatırım bankalarının bol keseden saçtığı emlak kredi ağına, emeklilik fonlarından Çin yerel yönetimlerine kadar bir sürü aktör katıldı. Ancak işin özünde vatandaşlar bir zamanlar devlet tarafından üstlenilen kimi hizmetleri borçlanarak yaptılar. Bu borçlanma ağının da bir limiti olduğuna 2008 krizinde tanık olduk. Verdikleri uçsuz bucaksız kredilerin büyük kısmını geri alamayan yatırım bankaları teker teker battı. Ardından bankaların talepleri ziyadesiyle yerine getirildi ve ABD hazinesi onlara bilâ ücret para aktarmakta, artık değersizleşmiş bazı kredi anlaşmalarının vebalini üstlenmekte gecikmedi. Kısacası kapitalist demokrasi, vatandaşlarının haklarını gözetmek için bulduğu her geçici çözümden büyük sermaye adına vazgeçti. Enflasyon, bütçe açığı, kredi musluklarını açmak… Üçü de kapitalist sisteme özgü çelişkiye merhem olamadı. Şimdi ise, büyük sermayeyi kurtardıktan sonra bütçe açıkları veren devletlerin bir önceki evreye geri döndüğü, ancak insanların borçlanacak hacetinin kalmadığı bir döneme girdik. Burası, sistem açısından çıkmaz sokak. Finans kapital kuvvetle muhtemel son kalan sosyal hakları ve refah devleti kırıntılarını toplayacak. Ancak bu da sonuç vermeyecek. Zira finans kapital de devlet tahvillerinden kazanacağı paraya muhtaç. O yüzden bu çıkmaz sokağın arka duvarını yıkmanın yegâne yolu: Wall Street’i İşgal.

 

Kuşkusuz her kalkışma iktisadî krizin dibini gördüğümüz zamanlarda gerçekleşmiyor. Batı’da 1968'te refah devletinin, Weber'in deyişiyle "demir kafesinde" yaşayan insanlar başkaldırdı. Ya da 1999'da Seattle'daki kürselleştirme karşıtı koalisyon Dünya Ticaret Örgütü toplantısını bastığında, ABD'de açılan kredi musluklarının sahte refahı yaşanıyordu. Ancak şimdi, kapitalist demokratik ülkelerde iktisadî çıkmazın da ivmesiyle, demokrasi ve kapitalizmin evliliklerinin sallandığı, 1848'dekine benzer bir sınıf savaşına doğru ilerlediğimiz kuşku götürmez.

 

Şimdilik ara verilen Wall Street’i İşgal’i de, Avrupa'daki Öfkelileri de uzunca bir mücadele bekliyor. Marx'ın 1848'in yenilgisine dair söylediği sözleri hatırlayalım: "Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanlarının beyinlerine kâbus gibi çöker."  Evet, işgal hareketleri ufuktaki krizle beraber kimi zaman geleneğe sarılacak. 1848'e giden yol 60 sene sürmüştü, oradan Paris Komünü’ne 23 sene geçti. Wall Street esinlendirici bir adım. Ama son kertede yine Marx'a kulak vermekte fayda var: "Yeni bir dil öğrenen kişi acemiliğinde her sözü önce ana diline çevirir; oysa ancak hafızasında anadilini yoklamaksızın yeni dilin içinde devindiğinde, o dilin içinde özgürce söz üretebilecektir." Yeni dilin ilk cümlelerini mırıldanmaya başlamanın zamanıdır.