Bantmag

SIMON REYNOLDS’IN ÇOKÇA TARTIŞILAN RETROMANIA’DA TESPİT ETTİĞİ GİBİ, RETRO HEP VARDI. YENİ OLANSA ONA DUYULAN BAĞIMLILIK.

 

J.G. Ballard, gelecekle ilgili tek korkusunu “sıkıcı olması” şeklinde özetlediğinde sene henüz 1982’ydi. Her şeyin olup bitmiş olduğundan, heyecanlı ve yeni olan hiçbir şeyin bir daha gerçekleşmeyeceğinden duyduğu korkuyu anlatıyordu Ballard. Geleceğin “engin ve itaatkâr bir ruh banliyösü” olacağından korktuğunu… Korkularında haklı çıktı. Son bir senedir iyice şiddetlenen nostalji tartışmaları tam da Ballard’ın zamanında sözünü ettiği sıkıcılık ve tükenmişlik etrafında kilitleniyor. Birkaç ay önce Bant’ta müzik ve okkültizmin son dönemlerde yeni bir nitelik kazanan ilişkisinden bahsederken bu konuya bir giriş yapmıştık esasen. Dijital kültürün içinde bulunduğu blokajı aşmanın yolu olarak nostaljiyi, anıları, rüyaları kullanmasından, alternatif müzik dediğimiz şeyin alternatif dünya vizyonunun sadece geçmişten beslenip geleceği dışlamasından söz etmiştik.

 

Uzun zamandır süren tartışmaların tavan yapmasıysa Simon Reynolds’ın bu yaz çıkan Retromania kitabıyla oldu. Reynolds’ın, hauntology’den mash-uplara, sample kültüründen kasedin geri dönüşüne geçmişle bağı olan her şeyin içinden geçip vardığı nokta şuydu: yüzümüzü geçmişe dönmeye devam edersek bir daha 60 ve 70’lerdeki yenilikçi hareketler ortaya çıkmayacak, kültür sonsuz bir loop’a dönecek. Portrenin karamsarlığı ya da yeni bir akıma ihtiyacımız olup olmadığı tartışmaya açık. Ancak kesin olan bir şey varsa o da kültürel bir kısır döngünün içerisinden şimdilik çıkamadığımız.

 

Huzursuzluk yerine konformizm

Sözün sahibi bu kadar önemsenen bir müzik teorisyeni olunca tepkiler de o oranda şiddetli oldu. Kimileri her kelimesine savundu Retromania’nın, kimileriyse Reynolds’u dinozorlukla ya da popa kaldırabileceğinden fazla işlev yüklemekle suçladı. İşin aslı Reynolds çok güçlü teoriler ortaya atıyor; ama en sağlıklısı, dönen tartışmaların arka planına da bakmak, çünkü geçmişe duyulan saplantı sadece bugünün konusu değil ve müzikten çok daha geniş bir alanı kaplıyor. Burlesque’in geri dönüşüyle yeni dönemin nostaljik eğlence anlayışını da dâhil edebiliriz buna, vintage akımını da, dizi ve filmleri de… Reynolds’ın salon.com’a verdiği bir röportajda, bu konuda güzel bir saptaması var hattâ. Game of Thrones, Harry Potter gibi yapımlardan bahsederek genç kuşağın artık geleceğin değil geçmişin fantezilerini izlediklerini söylüyor. Bilim-kurgu sinemasının, 60 ve 70’lerde Alien’dan 2001: A Space Odyssey’e devrim niteliğinde örnekler verirken bugün istisnalar haricinde Ballard’ın dediği gibi daha “itaatkâr” düşlere hizmet ettiği düşünülürse, söylediği çok da yerinde. Müzikte de sinemada da altkültürden yükselen huzursuz sesler tabiî ki hâlen var. Ama diğer disiplinlerin yanında az kalıyorlar. Danstan tiyatroya pek çok sanat dalı giderek daha fazla denemeye açılırken daha fazla izleyiciye sahip sanat dallarında işler tersine dönüyor.

 

Geçtiğimiz sene kaybettiğimiz pop teorisyeni Martin Büsser de, güzel sanatlar yeniden politize olurken pop tüketimi ve heyecanının artık huzursuzluk yerine konformizmden ve orta sınıfa aidiyetten kaynaklandığını söylemişti. Anlaşılan o ki kitle tüketimine uygun olmayanlar çok daha yenilikçi kalabiliyor. Pop ise hemen sindiriyor yenilikleri. Dijitalleşme de bir yönüyle hâlihazırdaki bu blokaja hizmet ediyor. Reynolds’un “bir şey ölmedikçe yenisi çıkmaz” demesine benzer şekilde kültür teorisyeni Mark Fisher da internet arşivleri sayesinde artık hiçbir şeyin ölmediğinden, yok olmadığından bahsediyor. Geçmişin verileriyle o kadar ilgiliyiz ki ileriye dönük planlar yapamıyoruz. O kadar ileri teorilere girmeye bile gerek yok. Üretememe hastalığımız, kolaycılığımız sosyal medyadaki davranış kalıplarımıza bile yansıyor. Sunulan verileri beğenip, paylaşıp, hazır olanı çoğaltarak bir şey üretiyormuşuz sanrısı yaratmak varken kimin yeni cümleler kurmaya ihtiyacı var ki?

 

“No future” demenin farklı yolları

Bir adım geri gidip nostalji hep yok muydu diye sorabiliriz kendimize. Hep vardı ama anlam değiştiriyor. Kültür, her kuşakta ileriye bakmakla geçmişe öykünmek arasındaki gerilimden beslendi. Hattâ son olarak Woody Allen’ın Midnight in Paris’te tatlı bir dille özetlediği gibi her jenerasyona kendinden öncekiler daha görkemli, daha yaşanası gözüktü. Müzik bazında düşünürsek 70’lerin devrimcileri de müzikal ilhamlarını öncüllerinden alıyordu. Reynolds’ın da dediği gibi yeni olan “retro” değil de “mania” aslında. Nostalji eskiden geçmişin kendisini geri getirmiyordu, bir his, bir duygu olarak kalıyordu; bugünse içeriğinden, temsil ettiklerinden bağımsız şekilde bir stil öğesi. Ve işin daha ilginci bu geçmişin hangisi olduğu önemli değil. Hem geride bıraktığımız daha uzun bir tarih olması hem de dijital çağın her şeyi erişilir kılması sayesinde tüm dönemler elimizin altında. Geçmişten alınan her şeyi stilize etmek mümkün. Hangi sene olduğu fark etmez, bugüne ait olmasın yeter. O yüzden Simon Reynolds rave’i ilk duyduğunda hissettiği yabancılığı ve heyecanı anlatırken bugünün 18’lik gençleri Lana del Rey ile ne olduğunu bile bilmedikleri bir geçmişe öykünüyor. Gelecek korkusunu “no future” diyerek dile getiren punklarla Lana Del Rey dinleyen yeni kuşağın sırf yüzeyde barınan nostaljisi arasındaki fark da bu işte: geçmişin acısını çekmekle geçmişi tanımadan romantize etmenin konforu arasındaki fark.

 

Her iki durumda da işin içinde çok fazla mutsuzluk var. Fütürolog Alvin Toffler’in, hala güncelliğini yitirmeyen 1970 tarihli klasiği Gelecek Şoku’nda anlattığı gibi sanayileşme sonrası giderek hızlanan hayata uyum sürecine beden ve ruhun verdiği tepkiler bunlar. O zamanlar sanayileşmenin hızı tartışılıyordu, bugünse dijitalleşmenin. Hayatta kalmanın türlü türlü yolları var. Kimileri sunulan gelecek senaryolarını çağdaş olmak adına sorgulamadan kabulleniyor, kimileriyse çareyi tamamen geri çekilip değişimi yok saymakta buluyor. İki taraf için de gelecek arzulanan bir yer olmaktan çoktan çıktı. Yaratıcı işlerse sadece ara bölgeden, gelecek ihtimallerini yok saymadan eleştirenlerden geliyor. Distopik bile olsa geleceğin müziğini yapanlardan, filmini çekenlerden… Simon Reynolds, Batı’nın artık söyleyecek sözü kalmadığına, değişimin başka bir yerden geleceğine inanıyor. Ancak tüm bu olan biten, Batı’nın hayatı sürekli sona doğru ilerleyen birimlere ayıran doğrusal zaman anlayışının komplikasyonları olduğuna göre, panzehiri de büyük olasılıkla –farklı coğrafyalardan aldığı ilhamla olsa bile– yine Batı’nın içerisinden çıkacaktır.