Bantmag

1.

Sıkıntı nedir, sıkıcı olanı ne belirler? Bir şey hakkında  “sıkıcı bu, çok kötü” diye düşünmek ile sıkıcılığı yüzünden onu berbat diye genellemek arasında ne kadar fark var. Yapıtın iddiasını (eğer varsa) yok sayarsak, beğenmediğimiz bir şey hakkında başkalarına “Uzak dur” deme yetkimizi nereden alıyoruz? Sıkıcı olana neden kötü diyoruz? Neden… neden…

 

Sen, yanındaki mıymıntı arkadaşın ile gişede bilet için beklerken benim aklımdan geçenler bunlardı. Tabiî ki tüm bu düşüncelerin yanında bir de hafif göğüs dekoltesinin sebep olduğu iç gıcıklayıcı dalgınlık ve kafa karışıklığı da mevcut.Aslında çok sıkıcı film ama vakit geçirelim bari” diyene kadar da henüz var olmamış geleceğimize dair çeşitli hikâyeleri kafamda oturtmuştum bile. Ama o cümle sana karşı olan tüm duygularımı alt üst etti, bitirdi. Şimdi bileti sana doğru uzatırken aklımdan geçen tek şey, karanlık sinema salonunda göremeyeceğin bir yere gizlenip seni ve arkadaşını huzursuz etmek oluyor. Sanma ki yapmam. Yaparım. Ancak bu salonun ortaklarından biri olarak prensiplerimize ve kurallarımıza sıkı sıkıya bağlanmış durumdayız. Müşterisin artık benim için… O kadar.

 

Anıl akşamdan gösterilecek filmin makaralarını getirdiğinde aklımda hiçbir şey yoktu. Candy Snatcher gibi bir film ile kapattığımız 2011’in içimde bıraktığı hisler de filmden pek farklı olmadı. Anlayışsız, saygısız ve şiddet dolu bir yılı bitirdik gitti. Öyle bir şiddet ki artık sözlerin bile insanları kanattığı bir hâle geldi. Eskiden derlerdi ya “Kavga edeceğinize konuşun, tartışın” diye. O konuşma, tartışma, münazara havada uçuşan kelimelerden çok, teni, eti, ruhu acıtan birer usturaya döndü. O yüzden biraz sakinleşmek, basitleşmek ve normalleşmek lâzım.

 

Yeni yıla da böyle bir kafa ile mi giriyoruz yoksa ortağımın seçtiği film yüzünden mi ben bu hâle geldim, bilemiyorum. Ne olursa olsun basit olanın güzelliğini unutalı ne kadar uzun zaman olmuş. Chabrolleri, Bergmanları sevmemizin sebebi klasik olmaları değil, basit ve sadelikleri belki de. Kaç tane film Persona’nınki kadar sakin ve huzursuz edici bir ruhu yerleştirir ki içimize. Sadece ışık, görüntü ve oyunculuk ile …

 

İçecek sıcak bir şeyler ayarlıyorum. Son bir haftadır sinüzit ağrısıyla cebelleştiğim için hiç yanımdan ayırmadığım bol acı hardallı sosislimi de alıp salona giriyorum. Gişedeki kız ve arkadaşı öpüşüp koklaşıyorlar… Kızgınlığım geçiyor, gülümseyerek arka koltuklardan birine yerleşiyorum. Anlıyorum ki sinema okurken, film izlemeyi de, onun keyfini de unutmuşum. Evde tek başına ekranın karşısına kilitlendiğinde vakit geçirten bir uğraş olmaktan öteye gidemeyen sinema, kalabalıkla seyredildiğinde ete, bedene bürünüp sana dokunuyor belki de…

 

Sıkıcı olan ne yok ki, yaşam-ölüm çizgisinin kendisi zaten bir rutinin ana dişlileri değil mi. Sıkılabileceğin bir şey sabrettiğin zaman tutunabileceğin bir dala da dönüşebiliyor. Hem birileri seviyor, izliyor ve düşünüyorsa elbet bir sebebi vardır değil mi.

 

Anıl ışıkları kapattı. Salonu makinenin âni çalışma sesi kapladı. Sıcak portakal çayı ile o da salonda bir yerlere geçti…

 

2.

Dementia sinemasının büyük bir problemi var. Daha doğrusu, seyircisinin. Bu sinemadan kaynaklanan! Bunca baskı, lanetli bakış, itişme, şikâyet, gergin temas ve kafaya kakma sonucu, “Ehhihi, ilginçmiş” veya “Arkadaşlarca çok beğendik” veya “Nınının candır” veya “Oltırneytiv moşın art rulz” türden tepkiler vermek zorunda kalan seyirci. Sen! Haydi bu sefer farklı olsun. Favori dizilerinden herhangi bir bölümü kadar bir süreni buraya ayır. Yalnız kal. Işıkları kapat. Beklentilerinden vazgeç. Arkana yaslan. Kendini bırak. Kesintisiz bir 45 dakika sonunda da dürüst ol. Gerçekten beğendin mi? Yoksa her şey vatan için mi? Sıkıldın mı? Yoksa cep telefonuna / bilgisayarına / sevgiline / arkadaşlarına ulaşacağın her saniyeyi saydın mı? Bu bir azap mıydı? İçinden bunları yazanlara küfrettin mi?

 

“Yalnız kaldığında....

                                .…kim gelecek?”

Bunu hesap ettin mi?

 

-----

 

Profesör Parkin (Michael Hordern) hem çalışmak hem de dinlenmek için sahile yakın bir otele yerleşir. Günlük yürüyüşünü yaparken mezarlıkta kemikten yapılmış bir düdük bulur. Gece odasında düdüğü temizler ve üzerindeki yazıyı keşfeder: "QUIS EST ISTE QUI VENIT" (Bu gelen kim). Ardından geceleri, çift yataklı odasında sesler duymaya başlar…

 

İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden M.R. James’in popüler hayalet öyküsü "O, Whistle And I'll Come To You, My Lad", BBC’nin ağırlıklı olarak sanat belgeselleri içeren Omnibus serisi için uyarlanır. Hem ilgi görmesi hem de beğenilmesiyle aynı seri için 1972’de “A Warning To The Curious” uyarlanır. İngiltere’de tiyatro oyunlarında ve radyo temsillerinde kendine geniş yer bulan M.R. James öykülerinin televizyon macerası da, bugün de devam edecek şekilde kendine yer bulur. (Whistle And I'll Come To You, 2010 yılında BBC için tekrar çekildi. John Hurt’ün başrolünde olduğu film konu olarak daha bir zenginleştirilmiş. Fakat yorumlara bakılırsa, Hurt’ün övgüyle karşılanan performansına rağmen bu zenginlik filme yaramamış.)

 

Hayaletler sinemada, televizyonda karşımıza çıkmaktan hiç vazgeçmiyorlar. Bazen ödümüzü patlatmak için, bazen eksik kalmış sevgimizi hatırlatmak için. Aslına bakılırsa artık hayalet öykülerinde bilerek veya klişe olması nedeniyle bilmeyerek ahlakî birşeyler söyleniyor. “Ölümden sonrası var, kötüysen çok çekeceğin var.” Pişmansan, o zaman hatanı telafi etme hakkın da var. Figüran hayaletler hariç tabiî ki. İşin doğrusu, hayalet öyküleri iki çeşide indirgenmiş durumda: Ya kötü olduğu için biryerlerde kendine yer bulamayan, ve bunun avantajını insanlara eziyet ederek kullanan asıl kötüler. Ya da, özellikle Japon sinemasının katkısıyla, kapanmayan hesaplarını yaşayanlara ulaşarak kapatmaya çalışan huzursuz ruhlar. Peki Whistle bu işin neresinde duruyor?

 

45 dakikalık filmin 40 dakikası boyunca kaba, kendini beğenmiş, bilimselliği ve rasyonelliği abartmış, felsefe konuşmak dışında insanlarla ilişki kur(a)mayan, çoğu zaman ne dediği anlaşılamayan, kısacası can sıkan bir karakterin yemek yemesini, mırıldanmasını ve bolca açık havada dolaşmasını izliyoruz. Bunun nedeni filmin süresini uzatmak değil. Hem öyküde hem de filmde istenen, ana karaktere sempati duymamız. Bu yüzden de tüylerimizin daha bir diken diken olması. Filmin tamamını yüklenen, şövalye unvanlı oyuncu Michael Hordern’ın mimikleri, jestleri ve sesini kullanma biçimiyle seyircinin işi hiç de zor değil aslında.

 

Whistle eski (?) bir TV filmi. Bu yüzden, paranın alabileceği her şeyi görmeye alışmış ve aşmış bizler için çekicilikten yoksun, rahatlıkla burun kıvırabileceğimiz türden bir film. Üstelik biz seyircinin hiç hoşuna gitmeyen yoruma açık, cevabı olmayan bir finale sahip. Hoş, yasal yollardan filmi izleyip bulmak zaten çok zor. Lâkin, döneminin kuralına uygun ama kuru uyarlamaları yanında, ayrıntılarla dolu bir oyunculuk, huzursuz edici bir atmosfer, soğuk ve umutsuz görsellik, insanı arkasına baktıran, hattâ zıplatan ses düzenlemesi ve soru işaretleriyle benim için gayet tatmin edici bir deneyim oldu. Ayrıca, yıllarca izlediğim onca korku filmine rağmen o yatak hışırtısı, hele de o uçuşan “şey”… Anneciğim demekten başka bir şey demiyorum.

 

Tavsiye #1: Hayalet öykülerine girip bir daha içinden çıkamamak için ısrarla klasiklere bakın. Belki de aradığınız taze nefes onlardadır: Ambrose Bierce, Algernon Blackwood, Arthur Conan Doyle, E. M. Forster, O. Henry, Henry James, Joseph Sheridan Le Fanu, H. P. Lovecraft, Guy de Maupassant, Edgar Allan Poe, Bram Stoker…

 

Tavsiye #2: Above The Ruins, Death In June, Sol Invictus gibi husursuz projelerin mimarlarından Andrew King ve Anthony Wakeford’un projesi The Triple Tree’nin şimdilik tek albümü olan Ghosts’a [2008, Cold Spring] kulak verin. Çoğunluğu M.R. James’den uyarlanmış/esinlenilmiş şarkılar eşliğinde huzur bir süre yasak olacak.

 

Sanki çok huzurumuz varmış gibi…