Bantmag

İNTERNETİN BÜTÜN SİNEMA TARİHİNİ, NEREDEYSE EKSİKSİZ OLARAK BİZE SUNDUĞU ŞU ZAMANLARDA YENİ BİR ŞEY YA DA BİR TOPLULUK TARAFINDAN MİT HALİNE GETİRİLMİŞ KARAKTER/KİŞİLİK/YÖNETMEN/OYUNCU BULMAK NEREDEYSE ARTIK İMKÂNSIZ.

 

İşte burada karşımıza çıkan isimlerden birisi Bruce Robinson. Fakat acele edin; “Patlamadan önce de biliyordum” diyebilmek için az zamanımız var; keza Johnny Depp’li The Rum Diary yakınlarda internette-sinemada bol bol ismini duyacağımız bir film olacak.

 

Başa saralım. 60’ların sonunda, sinema kariyeri Romeo & Juliet ile başlamış olan “oyuncu” Robinson, Victor Hugo’nun kızının hayatını anlatan Truffaut filmi L'histoire d'Adèle H. filmiyle ilk olarak isminden söz ettirmeye başladı. Fakat Robinson, oyunculuğundan ziyade çektiği filmlerle tam da hakkı verilmemiş bir sinema adamı. Keza Withnail and I ile başlayan yönetmenlik kariyerinde yalnızca dört filmle devam eden, hattâ, Amerika’da yaptığı ilk filmi Jennifer 8’in üzerinden 17 yıl geçen Robinson'ın hâlâ hem bağımsız İngiliz sineması için hem de Amerikan sineması için hayli prestijli olduğunu anlamak için biraz yakından bakmak yeterli.

 

Sinema kariyerinin ilk yıllarında acayip inişleri ve çıkışları olan bu adamın, Truffaut filminde oynadıktan sonra işsiz kalması, onun oyunculuk kariyerinin önüne belki yazarlık denemeleri dolayısıyla, belki de parasızlık çekmesi yüzünden, unvanına senaristliği eklemesine neden olur. 1985 yılında BAFTA ödülü kazanan Killing Fields, ardından Joffe ile yeniden çalıştığı Fatman and Little Boy filmlerinin senaryoları da Robinson’ın elinden bu vesileyle çıkar. Bu deneyimler onu film yapmaya doğru götüren sebeplerden olabilir. Ve 1980'lerin sonunda filmleri İngiltere’ye meteor gibi düşer…

 

1987 yılında Robinson’ı kült mertebesine yükselten filmlerden Withnail and I gelir. 1969 yılında geçen film, metropolde yalnızca içki ve uyuşturucu tüketen iki ev arkadaşının, bir yakınlarının taşradaki evine yerleşip, kendi iç dünyalarını ve doğanın en ilkel hâllerini keşfedişlerini anlatır. Fakat başta roman olması planlanan bu Robinson filminin kerameti, öncelikle yazıda bayağı, sarkastik ya da grotesk gelebilecek tüm fantezileri, sinema perdesine ahenkli bir üslupla aktarabilmesindedir. O Fante ya da Burroughs misali, izleyicisine sinema deneyimi içinde bir şeyler okutan bir film yapmıştır. Bir de buna Richard E. Grant’ in oyunculuğu, filmin zekîce yazılmış diyalogları ve bunaltıcı gibi görünen şamata dolu atmosferi eklenince, en azından uzaktan komple bir “kült film” hâlini alan bir eser sunmuştur. Bu arada her ilk film gibi bu filmin senaryosu da yazarının hayatının bir kısmını içerir. Ki film boyunca “I” diye bilinen karakterin, Robinson’ın hayatından bir kesit olduğu su götürmez.

 

Bu film kült olup, günümüze kadar etkisini kaybetmeden zamanın içinde kendine yer buladursun, yönetmenin yönettiği ikinci –yine hastalıklı– film Richard E. Grant’ in başrolünü oynadığı How to Get Ahead in Advertising’ dir. Yine Robinson’ın yazarlık zekâsıyla bezenmiştir. Reklam dünyasına giydirir, İngiliz bürokrasisiyle, Thatcher ile dalga geçer, zamane paranoyalarına öylesine bir bakış atar, en önemlisi de, günün kırılamaz gibi duran, monoton düzenini bir tipolojiyi zıt metaforlarla bezeyerek, hattâ mantığın dışarısına çıkartarak bir kahraman hâline getirir. Çünkü o sinemayı yazarlıktan edindiği tecrübeleriyle icra etmeyi seven bir adamdır. Düşünün ki omzunuzda çıkan, size başkaldıran bir sivilce, vücudunuzu ele geçiriyor ve sizi kötü bir adam yapıyor! Üstelik bu sivilcenin mizahı, nüktesi, çenesi, hisleri ve hırsları var.

 

Bu iki önemli filminin ardından Hollywood’a geçiş yapan İngiliz yönetmen, 1992’de kalburüstü sayılacak, Se7en’varî, aslında başarılı bir metne sahip olan psikolojik bir cinayet filmi Jennifer Eight’le çıkagelir. Aslında filmin dengesizliği, Robinson yanlısı bakıldığında iyi, fakat Robinson es geçilirse vasat durduğu için pek ilgi çekmeyen bir film olmasıdır. Ve yönetmenimiz zaten Hollywood’a uygun olmayan kariyerini bu filmle “pause”a alır. Bunun sebebi de filmin başarısızlığından çok Hollywood yönteminden hoşlanmadığından olacak ki The Rum Diary’e kadar sinemada ne oyuncu, ne de senarist olarak ne yazık ki esamisi okunmamıştır.

 

The Rum Diary, 2005’te intihar eden yazar Hunter S. Thompson’ın Porto Riko’da gazetecilik yaptığı dönemdeki iyi ve kötü anılarıyla alâkalı. Dengesiz bir yazarın Amerika’daki büyük işini bırakıp Porto Riko’ya geçimini sağlayacak kadar küçük bir iş için gitmesini konu alıyor. Tabiî uyuşturucu ve alkolün eksik olmayan etkisi, kitabın yazarıyla Robinson’ı da birçok yönden kesiştiren bir hikâye.

 

Film çekmediği yaklaşık 20 yılını Karındeşen Jack’e adamış ve bununla ilgili kitap yazmayı sinemanın önüne koymuş Robinson’ın bu filmi, maalesef kendisinin söylediğine göre tam anlamıyla bir dönüş değil. Önceliği hâlâ yazmaya çalıştığı romanındayken, bir zamanlar yazdığı bir hikâyeyi kafasına eserse Withnail and I tadında, ufak bir İngiliz filmine çevirebileceğini söyleyerek şimdilik ağzımıza bir parmak bal çalmış durumda ama bu yetmez. Sinemanın gerçek Keith Richards’ını daha çok projeyle görmek, eli yüzü düzgün bir hikâye anlatmanın bu denli önemli olduğu günümüz sineması için harika olurdu.