Bant Mag

THE TREE OF LIFE
Terrence Malick’in, yarıştığı Cannes Film Festivali’nde tartışmalar yaratan, izleyicileri ikiye bölen ve neticede Robert DeNiro’nun başkanlık ettiği jüriden Altın Palmiye’yi kazanan filmi The Tree of Life, Malick’in inandığı, bildiği ya da gördüğü haliyle, koca bir varoluş hikâyesini yaklaşık iki buçuk saatlik bir zaman dilimine sığdıran, epik bir dram. Parçalı bir kurguyla seyircisini afallatan filmin hemen ilk dakikalarında, evladını kaybetmiş genç bir anne babanın “Neden biz?” sorusuna cevaben başlıyor The Tree of Life. Malick, âdeta bu genç çifti dizlerine oturtuyor ve “Size neden olduğunu anlatayım” diyor. Evrenin varoluşundan, ilk canlı hayata, dinozorlara, oradan ilk insana ve nihayet insanla doğanın kusursuz çatışmasına uzanıyor Malick. Yönetmenin sinemasındaki meditatif damardan daha önce de nasiplenmiş seyirciler için aşina oldukları bir sinemanın yüksek dozdaki tezahürü şeklindeki bu ilk yarım saat, başrollerinde Brad Pitt ve Sean Penn’in oynadığı bir aile dramı izleyeceğini düşünerek filme yaklaşmış bir diğer seyirci grubuna da neye uğradığını şaşırtıyor elbette. Filmi sevmeyen ve hattâ bu hissi nefrete varan seyircilerin önemli bir kısmı da bu yarım saat nedeniyle filmden şikâyetçi. Bir başka grupsa filmi din propagandası yapan, ilkel ve sıkıcı bir seyirlik olarak tanımlıyor. Bu birbirinden farklı görüşlerin çatışmasının orta yerinde ise sayısı beşten fazla görüntü yönetmeni, çok sayıda kurgucu ve dev bir ekibin bir arada çalıştığı, başından sonuna dek her saniyesinden alınacak ekran görüntüleriyle dev bir sergi açılabilecek kadar kusursuz bir görselliğe sahip ve sinema sanatının ham maddesiyle oynayıp sınırları zorlayan bir iş duruyor. Sevip sevmemek, her konuda olduğu gibi burada da göreceli. Ama kayıtsız kalmanın çok güç olduğu, kocaman bir yaşam tasavvuru olarak The Tree of Life, yaşamın temeli olarak tanımadığı kâinat-insan çatışmasını özetlerken, bir başka çatışmaya neden olduğu için bile görülmeye değer. M.A.

 

CONTAGION
“Dünyadaki herkes Kevin Bacon'a maksimum altı dereceyle bağlantılıdır” diye bir teori vardı. VH1 televizyonu programlarından birinde miydi yoksa Malcolm Gladwell'in kitaplarından birinde miydi şu anda tam olarak hatırlayamıyor olsam da –ve artık hafızamı google.com'a teslim ettiğimi kabul etmek istemediğim bu sonbahar gününde– bu gereksiz gibi görünen girişin ardından, siz vefakâr Bant Mag okuyucularına Steven Soderbergh'in son numarasından biraz bahsetmek istiyorum.  Bu teoriye göre,  hangi dönem ve menşeden olursa olsun oyuncuların her biri en fazla altı atlayışla Kevin Bacon ile buluşabiliyor. Aynı şekilde dünyanın neresinden olursa olsun her insan maksimum altı tanışıklık derecesiyle başka bir bireyle ilişkilendirilebiliyor. Yani ben de sen sevgili okuyucuyla aslında tanışıyor sayılabiliyorum (bu vesileyle bundan sonra yolda gördüğünüzde bir selam verirsiniz artık). Soderbergh'in Contagion’ı da işte bana bunu hatırlatıyor. Virüs gibi insanoğlu. Gwyneth Paltrow, Hong Kong'a gidiyor, domuz yiyor, o domuza virüsü bulaştıran yarasa, Paltrow sayesinde dünyanın altı bir yanına ulaşıyor ve bir de bakmışız Kate Winslet ölüm döşeğinde, Matt Damon yasta, Jude Law bir İngiliz’e yarışır şekilde yamultulmuş dişleriyle bilgisayar başında, dünya güzeli Marion Cotillard da Angelina Jolie misali Çin'in ücra köşesinde çocuklara resim dersi veriyor. Evet sevgili okur, ben size bir filmi daha anlatmamış olmanın gururuyla bu satırları yazarken, siz de birazcık Contagion filmine merak uyandırabildiysem bunu kâr sayıp, sırf geniş ünlü kadrosu sebebiyle bu filmi gönül rahatlığıyla seyredebileceğinizi belirtmek istiyorum. Bol filmli bir kış dileklerimle. N.B.

 

DRIVE
Yönetmenliğini Pusher serisi ve Bronson gibi sert filmleriyle tanınan Nicolas Winding Refn’in üstlendiği ve başrollerde Ryan Gosling, Carey Mulligan, Albert Brooks, Bryan Cranston, Oscar Isaac, Christina Hendricks ve Ron Pearlman gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Drive, henüz yapım aşamasındayken dahi merak konusuydu. İlk fragmanla ağızlar sulandı. Derken Refn’e Cannes’dan yönetmen ödülü geldi. Merak iyice tavan yapmıştı ki, filmle kavuşma nihayet gerçekleşti… İlk bakışta 90’lı yıllarda geceyarısı dolaylarında ulusal kanalların berbat Türkçe dublajlarla yayınladığı, özensiz macera filmlerini andıran ve filmin dokusunu oluştururken de Refn’in bu filmlerden yola çıktığını düşündüren Drive, tüm bu filmlerden yalnızca çiğ bir hikâye ödünç alan ve izleyicisine dört dörtlük bir seyir zevki tattıran, parlak bir iş. Ele aldığı hikâye ve kahramanlarını hiçbir şekilde yargılamayan Refn, bizi tüm olayların ortasına yerleştirip, olup bitenleri şaşkınlıkla takip etmemizi istemiş sanki. Kendisinden bir an bile koparmayan anlatımı ve şiddeti bu kez bir yöntem değil de araç olarak kullanmış hâliyle Drive için Refn’in şimdiye kadarki en iyi işi desek yalan olmaz. Bir de tüm filmi kuşatan Cliff Martinez’in müziklerinin arasına sıvışan ve çoğu Italians Do It Better şirketinden çıkma gruplara ait şarkılar var ki, yağ gibi akan filmin tadını tuzunu veriyor âdeta… Z.Ö.

 

BILL CUNNINGHAM NEW YORK
Bill Cunningham New York’un malzemesi olan Bill Cunningham, New York'un ta kendisi desem çok da abartılı olmaz sanırım. 50 seneyi aşkın bir süre boyunca ismi, konumu ve gücünden bağımsız yalnızca üzerindeki kıyafetler sebebiyle insanları –daha doğrusu giysileri– fotoğraflamış bir isim. New York Times'ın “On the Street” (Sokakta) bölümünden sorumlu, üç dolardan pahalı yemeklere, evde mutfağa, banyoya, hattâ giysi dolaplarına muhalif bir fotoğrafçı aynı zamanda. Anna Wintour'un "hepimiz Bill için giyiniyoruz" dediği, daha defilelerde fotoğrafçı bulunmazken, podyumu ve seyircilerin fotoğrafını çekip onları sokaktaki insanlarla yan yana koyan, Carnegie Hall'un son kiracılarından, 80'ini devirmiş, daima güler yüzlü bir New Yorklu. Hiç evlenmemiş, hattâ hiç ilişkisi bile olmamış, bunun sebebini de çalışmaktan vakit kalmamasına bağlayan, tüm bunları bir arada düşündüğünüzde insandan ziyade bir androidi ya da bir süper kahramanı andıran biri. Tıpkı New York gibi, nevi şahsına münhasır... N.B.

 

LE GAMIN AU VELO (THE KID WITH A BIKE)
Son dönemde çektikleri her filmleriyle Cannes’dan büyüklü küçüklü ödüllerle dönen Dardenne kardeşlerin, bu yıl da Jüri Büyük Ödülü’nü Nuri Bilge Ceylan’ın filmi Bir Zamanlar Anadolu’da’sıile paylaşmalarına vesile olan filmleri Le gamin au vélo (The Kid with A Bike), yine dokunaklı ve insanın etinden içeri geçen bir Dardenne’ler işi. Annesiz ve babası tarafından istenmeyen Cyril’ın kaçıp durduğu yetimhaneden kurtuluşunu sağlayan, koruyucu anneyle hikâyesini anlatan film, zeki, haylaz ve canavar gibi Cyril’ın tutunma macerasını konu alıyor. Dardenne’lerin hayatın ta içinden bir hikâyeyi alıp, onları olabildiğince çapaklarından arındırılmış hâlde, naif ve sade biçimde önümüze getirmelerine alışmıştık ama her defasında aynı işi farklı hikâyelere monte ederek bu kadar insanın kanına işleyen filmler çekebiliyor olmalarıyla bir kez daha hayret ettiriyorlar kendilerine. Sanki Dardenne’lerin film kahramanları, Cyril, Lorna (Le Silence de Lorna), Bruno (L’enfant), Rosetta (Rosetta) ve diğerleri aynı mahallede yaşıyor ve biz bu mahallenin hikâyesini anlatan bir dizinin yeni bir bölümünü izliyoruz birkaç yıl arayla. Elbette bu durum, bir olumsuz eleştiri malzemesine de dönüştürülebilir ve Dardenne’ler hep aynı filmi çekmekle suçlanabilir ama her seferinde dolgun ve pür bir sinemayla karşımıza çıkan bu adamları böyle bir konuda eleştirmek düpedüz haksızlık olur. Özetle, Le gamin au vélo gibi hayatın her türlü sıkıntısına rağmen –ve gerektiğinde bu sıkıntılara tek tek işaret ederek– bizi yaşama sevinciyle dolduran filmlere ihtiyacımız var. Hiçbir şey için değilse de yaşadığımızı anlamamız için ihtiyacımız var... Z.Ö.