Bant Mag

BACK TO THE FUTURE'IN PROFESÖRÜ 80'Lİ YILLARDA ZAMAN MAKİNESİNİ BULDUĞUNDA HİÇBİRİMİZ DURUMU YADIRGAMAMIŞTIK. ZİRA 80'Lİ YILLARDA ÇEKİLMİŞ BİR FİLMİN "GÜNÜMÜZ" DİYE TASVİR ETTİĞİ BİR DÖNEMDE BİLİM KURGU MANEVARASI YAPMASI YENİ BİR ŞEY DEĞİLDİ.


Bugün geriye dönüp baktığımızda Back to the Future serisi, tam olarak bu yazının konusunu oluşturan yeni türe işaret ediyordu aslında. Bugünden bakıldığında Back to the Future'a döneminde çekilmiş bir dönem bilim kurgusu demek zor değildi. Şimdilerin taze janrıysa bugün çekilen ama geçmişte geçen bilim kurgu hikâyelerine odaklanıp, bu mini türü meydana getiriyor ve peş peşe örneklerle, seyirciyi bu yeni anlatım biçimine ufak ufak alıştırmaya başlıyor.

 

Bir anlamda geçmişi değiştirmek ve tarihî bir gerçeklikle oynamak anlamına geldiğinden dönem bilim kurgusu çekme fikri, başlı başına bir fanteziden fazlası değil aslında. Seyirci ile film arasına henüz en baştan bir gerçeklik anlaşması koyan bu mini tür, “İzleyeceğiniz film, zaman algınız ve bildiğiniz gerçeklerle oynayacaktır”cümlesiyle başlıyor aslında bir anlamda. Birkaç sezon önce Quentin Tarantino tarafından Inglourious Basterds'da uygulanan yöntemi hatırlayalım. Her ne kadar bir 2. Dünya Savaşı macerası gibi görünse de film, tarih algımızla oynayan ve bildik gerçeklik kalıplarını yerle bir eden bir izlek sunuyordu seyircisine. Hikâyenin kötü adamı Adolf Hitler, kitleleri maruz bıraktığı zulmün üstüne, filmin kahramanı tarafından cezalandırılıyor ve çıkışları kapatılmış bir sinema salonunda cayır cayır yakılıyordu.

 

TARİHE TERSYÜZ

Tarantino, Inglourious Basterds'da Hitler'i öldürerek fantezi bir gerçekliğe işaret ediyor, bilim kurgu türüyle uzaktan bile flört etmeyen bir dönem filminin içine kurgusal bazı eklemeler yapıyordu. Kısa sürede geniş kitlelerin ilgisini çekmeyi başaran bu yöntem, Tarantino'dan sonra da kullanılmaya devam edecekti kuşkusuz. Hikâyeyi bir romana dayandırmaksa, bu konuda yapılabilecek en doğru hamleydi. Böylece geçtiğimiz sezon karşımıza çıkan Never Let Me Go çıktı ortaya.

 

Video klip kökenli Mark Romanek, Michael Jackson, Madonna, Morrissey gibi isimlere çektiği videolarla farklı işler ortaya koymayı ve türler arasında zıplamayı seven biri olduğunu kanıtlamıştı 90'larda. İlk filmi One Hour Photo da yabana atılmayacak bir gerilim filmiydi. Buna rağmen Never Let Me Go gibi iddialı bir romana el atmak, cesaret isteyen bir işti. Zira NLMG, 1950'lerde geçmesine rağmen düpedüz bilim kurgu türünde yazılmış bir romandı. Romanek'in geçtiğimiz yıl izlediğimiz beyazperde adaptasyonu, romana daha farklı bir noktadan yaklaşıyor ve kitabın üç kahramanı arasındaki ilişkiye odaklanıyordu. Bununla birlikte filmin bir çeşit twist'i olarak konumlandırılan bilim kurgu öğeleri, seyirciyi afallatmaya yetiyordu.

 

Tarantino'nun Inglourious Basterds'ında, filmin şamatasında gözden kaçabilecek ya da yeterince üzerinde durulmayabilecek bir mesele, NLMG'da iliklerimize kadar işliyordu. 50'li yıllarda geçen bir klon hikâyesi izliyor olmak, dram soslu bir aşk hikâyesi izlemek için salonları doldurmuş seyircinin suratında bir çeşit tokat şeklinde kendini gösteriyordu. Zira yukarıda sözünü ettiğimiz, filmle seyirci arasında imzalanan sessiz anlaşma, bu filmin özelinde geçerli değildi. Filmde, romanı bilmeyenleri neye uğradığını şaşırtan bir zamansal kayma mevcuttu. İşin garibi, bu kaymanın ne yöne gerçekleştiği hakkında da bir fikrimiz olamıyordu.

 

Zaman Mefhumunun Yokoluşu

Alışkın olduğumuz bilim kurgu filmleri, bizlere olayın geçtiği yılı vermekte çekinmez. 2001, 2046, 2158... Hangi yıl olduğunun bir önemi yoktur. Yalnızca filmin yapım yılında olmadığımızı bilmek yeterlidir. Bir bilim kurgu filmi izlerken, olayların geçtiği yıl bizim için bir çeşit teminattır. Bazen senaristin hayalgücünü bile bu yıla bakarak değerlendiririz... Sözünü ettiğimiz dönem bilim kurguları ise ta en başta bu zaman mefhumunu elimizden alarak bizi bir anlamda çaresizliğe terk ediyor. Hangi yılda olduğumuzu yine biliyoruz evet ama geçmişle ilgili bir bilim kurgu ezberimiz olmadığından, hikâyeye nerden yaklaşacağımızı kestiremiyoruz.

 

Dram gibi bir türde, dönem bilim kurgusuna imza atarak izleyicisini afallatan NLMG'nun yanısıra, meseleye tamamen bir eğlencelik olarak bakan örnekler de var kuşkusuz. Geçtiğimiz yazın iki farklı dev bütçeli prodüksiyonu bu duruma verilebilecek örnekler arasında... Tüm dünyada bir fenomene dönüşen Lost'un ve bir grup başka fenomen televizyon dizisinin ardından Mission Impossible III ve Star Trek gibi ses getiren işlerle beyazperde yönetmenliğine soyunan J.J. Abrams'ın 1979'da geçen filmi Super 8, birkaç ay öncesinin çok konuşulan filmlerindendi. 

 

Beş küçük çocuğun Super 8 kamerayla tespit ettiği bir olayın takip edildiği film, buram buram 70'ler sonu kokuyordu. Öyle ki, filmin yakaladığı görsel estetik, o dönemde çekilmiş bir filmle karşı karşıya olduğumuz hissini yaratıyordu pek çok sahnede. Filmde beliren uzaylı varlıklarla beraber de işler yön değiştiriyordu. Dönem fonu önünde, günümüz uzaylı maceralarından biri canlanıyor ve film, alenen şimdinin teknik imkânları ve görsel efektlerine sırtını dayıyordu.

 

Tümüyle dönemsel bir gerçeklik tutturan bir filmin içinde, o döneme kesinlikle ait olmayan bazı materyallerle karşılaşmaya alışıyor olmamız açısından ilginç bir örnek Super 8;bir tarafta üç boyutlu sinemaya tahammül edemeyenler, diğer tarafta yeni nesil sinemanın her türlü teknik imkâna sahip, konforlu seyrine gönül vermişler arasında yaşanan çatışmanın en net algılanabileceği filmlerden de biri aynı zamanda. Gerçekliğinden şüphe etmediğin, tarih algınla örtüşen bir kamera üzerinden, tamamen boyalı bir geleceğe ait bir görsel resmeden film, çocukların el kamerasından yansıyanların sahiciliğiyle, insan üzerinde garip bir etki yaratıyordu.

 

EPESKİYLE YEPYENİNİN BİR ARADALIĞI

Önceki aylarda gösterime giren Cowboys & Aliens'ta ise hikâye hepten absürt bir yere doğru gidiyordu. Yan yana düşünülemeyecek kadar uzak bir algı yaratan iki farklı tür, western ve bilim kurgu aynı filmde harmanlanıyor ve kovboy kasabasını uzaylılar basıyordu. Pazar öğlen kuşağında TRT'de karşınıza çıkan siyah beyaz bir kovboy filminde bir anda, en az şerifin rozeti kadar gerçek duran uzay gemileriyle karşılaştığınızı düşünün. Bu fikir ne kadar absürt ve garipse, bugün çekilmiş ama bu buluşmayı anlatan Cowboys & Aliens da o kadar absürt ve garip.

 

Konu ettiğimiz türe tamamen eğlenmek için yaklaşan Cowboys & Aliens'ın dışında çok farklı sinemasal eğilimler de bizi dönem filmi atmosferinde öteki dünyalara taşımaya başladı. Terrence Malick'in bu yıl Cannes'da Altın Palmiye kazanan tartışmalı filmi The Tree of Life'da 1950'lerde yaşanan acı bir olaydan çıktığımız yolda, yaralı bir dinozorla dahi karşılaşıyoruz. Her ne kadar bu filmin özelinde resmedilenler tamamen başka bir akla hizmet ediyor olsa da, teorik manada bir iki farklı dönem birleşmesinden söz edilebilir burada da.

 

Bilim kurgu var oldukça, ondan uzanan dalların gittiği yönler de çeşitlenmeye devam ediyor. Hiç kurulamaz sandığımız bağlar, yeni sinemasal değerlerimiz üzerinden yeniden şekillenebiliyor. Beyazperdenin sunduğu teknik imkânlar her zaman o kadar da ezber ve alışılageldik bilgiye hizmet etmeyebiliyor. Dönem bilim kurgusu gibi bir janr elde edip, bu mini türü popüler sinemaya taşımaksa, başlı başına heyecan verici bir tecrübe. Mevcut örnekler çok büyük ehemmiyet taşımasa da bundan sonra gelecekler adına umut verici bir ön izlek oluşturuyor en azından. Bu fikir yokluğunda da bundan iyisini bulmak zor.