






SİNEMASININ PEK ÇOK DÖNEMDAŞINDAN EKSİĞİ YOK, FAZLASI VAR. BUNA RAĞMEN MACKENZIE'NİN, BUGÜN BİRİNE SORULDUĞUNDA YAŞAYAN EN İYİ İNGİLİZ YÖNETMENLER ARASINDA SAYILMA İHTİMALİ OLDUKÇA DÜŞÜK. PEKİ, BİZİM MACKENZIE'Yİ BU KADAR SEVİP SAHİPLENMİŞ OLMAMIZIN NEDENİ NE? ANLATALIM...
Her ne kadar bir dizi kısa filmle adından söz ettirip, 2002 yılında ilk uzun metrajlı filmi The Last Great Wilderness'la seyirci karşısına çıkmış olsa da Mackenzie'yi tüm dünyaya tanıtan film 2003 yapımı Young Adam oldu. Mackenzie'nin buzdan daha soğuk, bıçaktan daha keskin, mermerden daha sert karakteri Joe'yu merkeze oturtan ve her türlü aidiyet hissinden yoksun kahramanının olay ve durumlar karşısındaki mükemmel derinliksizliğinin izini süren Young Adam, bir buçuk saat boyunca seyircisine dipsiz bir kuyunun içinde yardım çığlıkları attırıyordu. Genç, çekici ve sağlıklı kahramanı Joe'yu lekeli ve kokuşmuş durumların ortasında resmeden Young Adam, kahramanının olağanüstü kayıtsızlığı ve nedamet yoksunu varoluşuna hayret ettirirken, enfes görüntü yönetimi ve tadı damakta kalan müzikleriyle de kocaman bir sinema duygusu zerk ediyordu bünyelere.
Mackenzie hakkındaki bilgisini derinleştirmemiş pek çok kişi tarafından yönetmenin ilk filmi sanılan ve garip bir biçimde böyle bir muamele yapılan Young Adam, gösterime girdiği dönemde epey ilgi görmüş ve dünya sineması, çok yetenekli yeni bir Avrupalı yönetmen kazanmış olmanın mutluluğunu yaşamıştı. Başta sözünü ettiğimiz şu yeterince takdir etmeme meselesi de işte tam bundan sonra başladı zaten. Zira Mackenzie bu filmin sonrasında durmadı ve pek nefis işlerle karşımıza çıkmaya devam etti ama bu filmle duyulan heyecan yerini başka duygulara bıraktı bir şekilde.
Mackenzie'nin Ewan McGregor, Tilda Swinton, Peter Mullan ve Emily Mortimer gibi pek ünlü ve çok yetenekli oyuncularla çalıştığı Young Adam'ı takip eden filmi Asylum, bir önceki filmin miras bıraktığı tutku kavramını bir adım ileri taşırken, iki yıl önce elim bir kazada kaybettiğimiz Miranda Richardson ile Ian McKellen'ın muazzam performanslarından da besleniyordu. Berlin'de Altın Ayı'ya aday olan ve tıpkı Young Adam gibi bir romana dayanan Asylum'un cinsel tansiyonu ve insanı bir saniye bile gördüklerinin dışına çıkartmayan güçlü atmosferi, filmin hikayesindeki detaylara takılmış bir grup seyirci tarafından görmezden gelinse de, pek önemsenmeyen ve hak ettiği ilgiyi görmemiş bu filmin, geriye dönülüp bakıldığında son derece eli yüzü düzgün bir iş olduğunu söylemek zor değil.
Mackenzie'nin belki de yalnızca küçük ama güçlü filmler çektiği için hak ettiği ilgiyi görmediğine ikna eden film ise 2007'de geldi. Mackenzie'yi dert edenler Hallam Foe'yu izleyince, bu yüzden bir parça rahatladı. Başrolde Billy Elliot olarak tanıyıp sevdiğimiz Jamie Bell'in yer aldığı bu hırçın ergen hikâyesi, annesini kaybettikten sonra, bu ölüm nedeniyle suçladığı insanlardan kaçıp gittiği başka bir yerde annesine çok benzeyen bir kadına tutunan Hallam'ın örtük Oedipus'u etrafında dolanıyordu. Mackenzie'nin filmlerinde psikanalitik müdahalelerle kanırtılacak derin psikolojik yaralar bile bir “kendini –bir parça da olsa– iyi hisset” filmine dönüşebiliyordu. Bu film bunun kanıtıydı. Mackenzie, hiçbir duygu ya da karakteri küçümsemeden, onlarla oynayabilmeyi, onları didikleyip, istediği şekle büründürmeyi başarıyor ve bütün bunların sonunda olup biteni epik bir şekle büründürmeden kapanış jeneriğini akıtıp bizi salonlardan uğurlayabiliyordu.
Berlin'de bir Altın Ayı adaylığı ve British Independent'ın en iyi film dâhil altı kategorideki “takdir ediyoruz ama daha iyileri var” değerlendirmesi dışında yine görünür olabilmeyi başaramasa da Hallam Foe, yukarıda sözünü ettiğimiz işleri başarabilmesinden dolayı alkışı hak ediyordu. En azından hazır fırsat varken alkışlanmalıydı, zira Mackenzie alkış tutmakla ilgili her türlü motivasyonumuzu elimden çekiştirircesine aldığı bir sonraki filmi Spread'le kendisini seven ve takip edenleri âdeta yüzüstü bırakıyordu.
Başrolünde Ashton Kutcher'ın yer aldığı bir çeşit Alfie olan Spread'in belki de en büyük kusuru, künyesinde yönetmen olarak David Mackenzie adının geçmesiydi. Çünkü bu Hollywood işi romantik olamayan komedi, fabrikasyon işler üreten bir yığın yeteneksiz stüdyo yönetmeni hırtın da rahatlıkla çekip kenara koyabileceği bir filmden fazlası değildi. Doğrusu her hâliyle biraz özensiz ve aceleye gelmiş gibi görünüyordu Spread. Kendi topraklarından sökülerek Hollywood'un orta yerine atılmış pek çok Avrupalı yönetmen gibi Mackenzie'nin de kafası bir parça karışmış ve ortaya sıradan ve önemsiz bir film çıkmıştı. Öyle ki Mackenzie'nin yalnızca bu filmini görmüş birinin karşısına, yukarıda düzdüğümüz methiyelerle çıksak, muhtemelen bizi ıslak odunla kovalardı.
Neyse ki Mackenzie'nin Spread'i telafisi uzun sürmedi ve geçtiğimiz aylarda bizde de gösterime giren Perfect Sense, yönetmene bağladığımız umutları boşa çıkartmadı. Kendini güçlü histerik reaksiyonlarla gösteren bir virüsün etkisiyle duyu organlarını tek tek yitiren insanların etrafında dolanan bir felaket filmiydi Perfect Sense ama bu, tüm bu felaketin ortasında beliren, naif bir aşk hikâyesine odaklanmasına engel değildi. Tıpkı küçük hikâyeler anlatmaya meyilli Mackenzie'nin bir felaket filmi çekiyor olmasının, onu bir anda Roland Emmerich'e dönüştürmüyor olması gibi.
Perfect Sense, yoksunluk hissini olabilecek en uç noktada yaşayan iki kişinin, tüm dünya ile aynı anda duyularını tek tek kaybeden Michael (Ewan McGregor) ve Susan'ın (Eva Green) özelinde, bizleri her şeye rağmen ayakta tutabilecek tek şeyin sevdiğine dokunmak olduğuna ikna ediyordu. Sevdiğini bul ve ona tutun... Titanic, Deep Impact, Armegeddon gibi 90'lı yıllar felaketlerinin söylediği şeyle aynı şeyi söylüyor gibi görünen Perfect Sense'in lafları, kulağa geldiği kadar çiklet mânisi değildi elbette. Mackenzie, insanoğlunun yeme içme âdeti üzerinden gerçekleştirdiği keskin bir “yerine koyma” numarasıyla meselenin özüne daha hızlı vakıf olmamızı sağlıyordu aslında bir şekilde: herhangi bir şeyi, algılamaya alıştığınız duyularınızın alternatifleriyle de algılamanız mümkün, yeter ki yoksun kalışınızın bir anlamı olsun.
Mackenzie'nin Perfect Sense'le kusursuz bir görsel estetik ve muazzam bir hikâye anlatmasının ardından Spread'in ağızda bıraktığı kötü tat da –en azından hatırlamak istemeyenler tarafından– hızlıca unutuldu elbette. Hattâ yönetmenin bir sonraki gönülçeleniyle ilgilenmeye başlandı bile. Mackenzie'nin geçtiğimiz ay İngiltere'de gösterime giren ve yavaş yavaş dünyayı dolaşmaya başlayacak yeni filmi You, Instead, izleyicisine tek bir günde geçen, bir çeşit romantik müzik festivali tecrübesi yaşatacağa benziyor. İki farklı grubun biri kız diğer erkek iki farklı üyesinin festival alanında kavga edip birbirine kelepçelenmesinin ardından geçirdikleri 24 saate odaklanan Mackenzie, bu kez bildiğimiz ezberleri bambaşka bir mekânda bozmaya hazırlanıyor.
Kim ne kadar takdir eder, hangi dozda içine alır kestirmek zor ama İskoç asıllı David Mackenzie'nin sinemasına sırt çevirmek epey zor görünüyor. Bir kez zehri almışlarsa kuşkusuz, bu sinemayı terk etmekte zorlanıp, kötü işlerini dahi görmezden gelmeye devam edecektir. Karşımızda ısrarla üstü örtülen bir yetenek var ve biz, diğer görmekten korkmayanlarla, bu genç yönetmenin açacağı yeni kapılardan girmek için sabırsızlanıyoruz...