Bantmag

TOTTENHAM AYAKLANMASI

MAHALLEDE GENÇ OLMAK

YAZI: ULUS ATAYURT
İLLÜSTRASYON: CEM DİNLENMİŞ

TEMMUZDA YAŞANAN TOTTENHAM AYAKLANMASI 1500 KİŞİNİN TUTUKLANMASI, BEŞ KİŞİNİN HAYATINI KAYBETMESİ İLE ŞİMDİLİK SONLANDI. ŞİMDİ "VANDALİZM" SÖYLEMİNDEN BİRAZ GERİ DURUP, BU AYAKLANMANIN NE ANLAM İFADE ETTİĞİNE FERASETLE BAKALIM. ÇÜNKÜ KÜRESEL KALKIŞMA YENİ BAŞLIYOR. KUZEY LONDRA'DAN DERSLER ÇIKARIYORUZ.


Marxist coğrafyacı David Harvey 10 sene önce kaleme aldığı “Umut Mekânları” adlı kitabında, yaklaşık 30 sene arayla çekilen iki film arasındaki anlatım farkına işaret ederek şu soruyu soruyor: Batı’nın refah devleti şemsiyesi altında, görece bir toplumsal mutabakat yaşandığı 1960'larda azımsanamayacak bir kitle Marx ve sınıf mücadelesi ile ilgilenirken, zenginle yoksul arasındaki uçurumun hayatın en küçük ayrıntısına kadar yayıldığı 1990'larda neden sınıfsal strateji neredeyse ortadan kalktı?

 

İKİ FİLM BİR SORU

Jean-Luc Godard'ın 1966 tarihli Onun Hakkında Bildiğim Bir ya da İki Şey’inde, kadınlar bize kendi yaşamlarını, erkeklerin yedeğinde geçen günleri, arabaları, banliyö evlerini, kısacası tüketim toplumu sultasındaki sıkıcı hayatlarını anlatır. Kent, Corbusier'nin Fordist rüyalarına amâdedir. Çalışma, alışveriş ve ev hayatı cetvelle çizilmiş gibi birbirinden ayrılmıştır. Ama Avrupa kentlerinin sanayiden kopmaya başladığının da izlerini görürüz filmde. Reel ekonomi yerini yavaştan imge ekonomisine bırakmış, reklamlar her tarafı sarmaya başlamıştır. Kadınlar, banliyö evlerinden bu manzaraya bakar ve varoluşsal tespitler yapar. Pasif bir tüketici olma yolundadırlar. Ama bir yandan filmin estetiğinden bir tür umut ışığı içeri sızar. Filmi seyrederken kendimizi, insan öldürmeye kadar yuvarlanmış bir Dostoyevski karakterindeki varoluşsal umuda benzer birşeyleri sezinlerken buluruz. Mesela Juliette kimi zaman “dünyayla bir olduğunu sezdiğini” dile getirir. Sanki karakterler bir aydınlanmanın eşiğindedir.

 

Matthieu Kassovitz'in 29 yıl sonra, yine Paris'i fon alarak çektiği Nefret’te umut kırıntılarından bile bahsedilmez. Filmin etrafında döndüğü üç genç “kahraman” statüsünde bile değildir. “Bir silah ele geçirirler, tüm mesele o silahın kimi ve ne zaman öldüreceğidir” diyor Harvey. Post-fordizm şehre hâkim olmuş, sınıfsal ayrışma mekânsal düzeyde artık bir resim gibi okunur hâle gelmiştir. Reklam imgeleri artık onlardan yansıyan metalara hiç ulaşamayacak “tehlikeli”, yoksul ve dışlanmış bir kitle için bir anlam ifade etmez. Bu anlamda film “estetik” bile değildir. Kamera tıpkı kahramanları gibi ellerinde kalan son “silahı” kullanır. Onları umursamayan “diğerlerinin” üzerine atılır.

 

Soruyu tekrarlayalım: İlk filmde refah devletinin gölgesinde sıkıcı bir rahatlık içinde yaşayan insanlar yine de bir çıkış ararken, ikinci filmde sınıfsal açıdan tam anlamıyla dışlanmış insanlar neden bir çözüm peşinde değildir?

 

Bu sorunun cevabına kısaca neoliberal tahakküm deniyor, manzarayı anlatan sayıları konunun ilerleyen kısmında bulabilirsiniz, ama basitçe dile getirelim. 1970'lerin sonu itibarıyla, iktidara geldikten sonra ilk iş bebeklerin süt yardımını kestiği için “ Thatcher, the Milk Snatcher” (Süt hırsızı Thatcher) diye adlandırılan İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve benzerlerinin mürşitliğinde uygulanan politikalar, yoksulların elini kolunu iyice bağladı: Kamu kaynaklarının kısılması, özelleştirmeler, işsizliğin bilinçli olarak arttırılması ve böylece yedek işsizler ordusunun oluşturulması (çünkü birileri işsizse diğerleri daha ucuza çalışır), ev ahalisinin borçlandırılarak muhafazakârlaştırılması (çünkü evini kaybetmekten korkan itaatkâr olur), kişisel gelişimin tüketimden alınan paya indirgenmesi ve böylece toplumsal bağların zayıflaması (hâliyle kredi kartı borcu köleliğinin yayılması). Liste uzar gider. Tabiî tüm bunların yanında toplumsal eşitsizliğin arttığı ölçüde devletin “şiddet kullanma tekelini” olanca gücüyle yoksulların aleyhine kullanması da cabası. Bu açıdan bakıldığında son 10 yılda İngiltere'de ve Türkiye'de hapisteki insan sayısının yaklaşık iki kat artmasına şaşmamak gerekiyor (geçen nisan itibariyle İngiltere: 86.608, Türkiye: 124.074).

 

Tahakkümün, baskının, iktisadî yapısal şiddetin elbette bir sınırı var. Bu yazdan beri Harvey'nin sorusuna geç bir cevap geliyor ve kapitalist merkezlerde bu sınıra dayanıldığını yavaş yavaş idrak ediyoruz. Yunanistan'da kemer sıkma politikalarına karşı ayaklanmalar yaşanıyor, İspanya'da insanlar “İndignados”, yani “Öfkeliler” hareketi adı altında mahalle mahalle, bölge bölge örgütleneniyor, daha geçen ay 200 bin kişi ile basılan Roma Meydanı'ndaki ayaklanmacılar polis tarafından zorlukla zapt ediliyor. New York'tan tüm Kuzey Amerika'ya yayılan ve “Yüzde 99'uz, biziz” şiarıyla yola çıkan “Occupy Wall Street” kalkışması da bu sınıra delâlet ediyor. David Harvey'in şaşkınlıkla karşıladığı tepkisizliğin sonuna yaklaşıyoruz. Çünkü 2008 krizinden beri devlet mekanizmasının kapitalist krizi ele alış tarzı artık ekonomi-politik bilgisi gerektirmeyecek açıklıkta, kumpası herkesin gözleri önüne seriyor: Finansal spekülasyona ve yoksulluğa neden olan bankalar, devlet bütçesiyle batmaktan kurtarılıyor, akabinde devlet bütçesi açığını kapatmak için dönüp kamusal varlıklarımız, güvenli çalışma hakkımız, maaşlarımız elimizden alınıyor. “Yüzde 99” bir espri değil. Tottenham ayaklanmasının yaşandığı İngiltere'de nüfusun yüzde 50'si, ülke bütçesinin sadece yüzde 3'ü ile yaşamaya çalışıyor.

 

Böyle büyük kapitalist kriz döngülerinde toplumsal mücadele kadar önemli bir diğer unsur daha var. O da olağan şartlarda, kaybedecek daha fazla şeyleri olan, ancak giderek hayat alanları kısıtlanan orta sınıflarla, uzun süredir dipte yaşayan yoksulların birlikte mücadele etmesi. Yoksa zaten ümüğü sıkılanlar yeri geldiğinde öfkelerini sergilemekten geri durmuyorlar. Geçtiğimiz temmuzda Londra'nın Tottenham semtinde üç çocuk babası Mark Duggan'ın polis tarafından katledilmesiyle başlayan ve bir haftada tüm İngiltere'ye yayılan ayaklanma bu öfkenin tipik bir örneği olarak karşımızda duruyor. Ne yazık ki, memleketin merkez medyasında, çoğu 18-20 yaşında olan ayaklanmacı gençlere ellerindeki sopalarla mukabele eden Türk göçmenler, olayların kendisinden daha ön plandaydı. Türk ve İngiliz bayrağından devşirilmiş “yaratıcı” tasarımlarla sosyal medyada da yer bulan Türk göçmenler (elbette tüm “Türk” göçmelerden bahsetmiyoruz), nazikçe sloganlarını dile getiriyordu: “İngiltere ile uğraşan, bizimle uğraşır, biz adamı s.k.riz”.

 

MAHALLEDEN BİR ARKADAŞIN GÖZÜNDEN

Oysa Tottenham mahallesinde yaşayan 20 yaşında bir gencin yerine kendinizi koymak o kadar zor değil: Liseden mezun olduğunuzdan beri, üç senedir işsizsiniz, üniversiteye başvursanız, kazansanız bile, kriz vesile edilerek senelik harçlar 25 bin lira olmuş, gidemezsiniz. Yine kriz bahanesiyle, babanızın ancak yemek parasına yeten işsizlik geliri hacamat ediliyor. Yeni iş yok. Zaten mahallede işsizlik yüzde 60 sınırına dayanmış. Yaşadığınız belediye konutları, ne kadar berbat durumda olsa da, en azından ucuz. Ancak hükümet evinizi bankaya satmak istiyor. Hem de parayı bankaya hükümet vermiş. İnsanlığınızı ispat etmek için sapına kadar meta kültürüne boğulmuşsunuz, gözünüz iPad'ler, iPhone'lar, Blueberry'lerle boyanmış ama hiçbirine ulaşma şansınız yok. Takıldığınız, futbol oynadığınız, müzik yaptığınız sosyal merkez de elinizden alınmış. Polis her köşe başında üstünüzü arıyor. Yan komşunuz Mark Duggan yol ortasında polis tarafından katledilmiş. Ancak tıpkı son 13 senede öldürülen diğer 333 komşunuzun failleri gibi, Duggan'ın katilleri de cezalandırılmayacak, biliyorsunuz. Ve siz İngiltere ortalamasından yaklaşık yedi sene daha az yaşayacağınızı kabullenerek elleri kavuşturup ayakkabılarınıza bakacaksınız.

Tottenham, ne ilk ne de son mahalle ayaklanması olacak. 1981 Brixton'dan itibaren Batı’nın yoksul mahallerinde nicesi gerçekleşti ve gerçekleşecek. 1992 Los Angeles, 2007 Paris ayaklanmaları cüsseleri itibarıyla aklımızda kalanlardan sadece ikisi. Ancak sosyolog Loïc Wacquant'ın deyişiyle “ileri marjinallikten mustarip” insanların yaşadığı bu diyarların neoliberalizm sultasında neye benzediğini anlamadan, burada yaşayan insanları “dükkân yağmalayan” vahşiler olarak damgalamaktan kurtulamayacağız. O yüzden, gelin Wacqunat'ın bu mahallelerle ilgili altı tespitini kısaca özetleyelim:

 

EZİLENLER İÇİN 6 KOORDİNAT

1- Ücretli işçilikteki dönüşüm ve güvencesiz bir hayat: Refah devleti döneminde çalışmış ebeveynlerinin aksine yeni nesil yoksul mahalle sakinleri, “esnek” çalışma şartlarında, sigortasız ve sözleşmesiz çalışıyor. Öyle ki, ABD'de ayda iki gün çalışmanız, “işsizler” kategorisinin dışında sayılmanıza yetiyor. Emeklilik yaşı 65, ancak hiçbir zaman emekliliğe yetecek gün sayısına ulaşamayacaksınız. Yaşlılık bir cehennem olarak ilerde duruyor. Zincir mağazadaki istihdam, aylık satış rakamlarına göre düzenlenmiş, satış biraz düşünce ya siz ya da arkadaşınız işten çıkartılacak. Tabiî eğer iş bulmuşsanız.

 

2- Makroekonomik göstergeler size yansımıyor: Ekonomi büyürse, maaşınız artmıyor, küçülürse işten çıkartılıyorsunuz. Öyle ki, Fransa'nın ekonomik açıdan hızla büyüdüğü 1990'lı yıllarda 750 yoksul mahallede 15-24 yaş arası işsizlik yüzde 20'den yüzde 40'a çıkmış.

 

3- Mahallî damgalanma: Yaşam alanınız yoksullaştıkça, enfromel ilişkiler artıyor, mesela çalıntı mal satılıyor, evler derbederleşiyor. Bunu üzerine semtiniz istenmeyen yer hâline geliyor. Mahallenizin ismini söylemekten bile imtina etmeye başlıyorsunuz. Utanıyorsunuz.

 

4- Müşterek alanın yabancılaşması: Yoksullukla beraber mahallede ortak alanlarınız kalmıyor. Futbol sahası alışveriş merkezi olmuş. Küçük konser salonu parasızlıktan kapanmış. Parasızlık mahalle içi şiddeti ve hırsızlığı artırmış. Güvensizlik had safhada. 1960'larda Black Power gibi mahalle örgütleri terörize edilmiş. Tıpkı Amerika'da gibi, 12 kişinin yan yana durması, beraber bira içmesi bile suç sayılıyor. Mahalleniz artık bir “mekân” değil. Sadece uzayda bir koordinat.

 

5- Nesiller arası yardımlaşma bitmiş: 1970'lerde emekli olan dedeniz ölmüş. Babanıza bıraktığı evde üç dört aile beraber yaşamaya çalışıyorsunuz. Babanızın emekli maaşı yok. Kuzeninizle iş bulmak için yarışıyorsunuz. Babanız Fordist sanayi toplumunun son emekçilerindendi. İşsizlik maaşından size artık bütçe ayırmak istemiyor. Bazen, sizi iş bulmadığınız için içten içe suçluyor.

 

6- Artık bir “prekarya”sınız: Yani tüm benliğinizle kırılgan, gelecekten yoksun, hayat hikâyesi kronolojik akmayacak bir insansınız. Sosyolojik tabirle “zonard” hâline geldiniz. Marjinal mahallenin yeni nesil zombisisiniz.

 

Toulouse'un Les Minguettes'inde, Chicago'nun Cabrini Green'inde, Berlin'in Neukölln'ünde, Liverpool'un Toxteth'inde, Londra'nın Tottenham'ında ya da Batı’nın yüzlerce yoksul mahallesinde oturan gençlerden herhangi birisisiniz. Küresel kuyumcu zincirlerinden Pandora'nın camına taşı atıyorsunuz. 2 bin pounluk bir yüzüğü alıyorsunuz. Neoliberalizmin kestiği parmağınıza takıyorsunuz. Gerisin geriye neoliberal devlete gönderiyorsunuz. Radiohead'in dediği gibi: “Hail to the Thief”. Selam olsun hırsıza.